Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
KUYEREL ] Dersim'in Kayip Kızlari
5:38 PM
Reply ▼
Yal in Yusufoglu
Add to contacts
To [email protected]
İKİ TUTAM SAÇ-Dersim’in Kayıp Kızları
“ Yüzleşilmesi gereken bir tarih vardı. Dünyada ne yazık ki birçok benzerlerinin yaşandığı katliamlarla yüzleşmek gerekliydi. Ben de içinden geldiğim, bildiğim kültürün, Dersim’in hikâyesinin peşinden gittim. Dersim’in karanlık tarihine döndüm. Bir anlamda öykü beni buldu. Yaptığımız sözlü tarih çalışması sırasında konuştuğumuz Dersim’li kayıp kadınların yaşadıkları bu filme dönüştü.”
Nezahat Gündoğan eşi Kâzım Gündoğan’la birlikte yaptığı “İki Tutam Saç – Dersim’in Kayıp Kızları” isimli belgeseli bu sözlerle anlatıyordu. Film Uluslararası Kadına Şiddet Günü olan 25 Kasım'ın ertesinde gösterime girdi. Sene içinde İstanbul’da galası yapılan, daha sonra Ankara SBF’de, Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde ve Tunceli dahil bazı illerde özel olarak konuklara sunulan yapıt üç yıllık ciddi bir çalışmanın ürünü ve değerli bir tarih belgesi niteliğinde. Araştırması 20 kadar ilde yapılan, çekimleri Tunceli, Adıyaman, İstanbul ve Bursa’da gerçekleştirilen yapıt Dersim Katliamının çeşitli veçhelerinden birisini öne çıkarıyor. Olayları yaşamış canlı tanıkların ağzından başlarına geleni dinlerken, arka planda insan kıyımının boyutlarını tanıyoruz.
Bu tür olaylarda kadınların, çocukları trajedileri herkesçe bilinir, ama bilindiği ölçüde sözü edilmez. Eskilere gitmeye gerek yok, yakın tarihlerden örneğini dünya Bosna’da gördük.
Aşağıda film hakkında basından yaptığımtanıtıcı mahiyetteki alıntıları aşağıda bulacaksınız.
***
Filmde ön plana çıkan konu Dersim’de uygulanan bir devlet politikası. Ailesi öldürülmüş olsun veya sağ olsun çok sayıda kız çocuğu Bu çocukların önce saçları kazınıyor, ayaklarının ölçüsü alınıyor, sonra trenlere bindirilerek uzaklara götürülüyor ve subay ailelerinin yanına besleme olarak veriliyorlar.
Uygulanan bir kölelik politikası. Bu kızların sayısı bir değil, beş değil onbeş değil. Çoğunun da ailesi sağ. Düşününüz 8-9-10 yaşında sizin çocuğunuzu zorla alıyorlar, bir asker ailesine hizmetçi olarak veriyorlar. Dikkat ediniz evlatlık bile değil bu kızlar, halk dilinde “besleme” denilen çocuk hizmetçilerden.
O zabitlerin zaten emireri ya de emirber denilen uşakları vardı. Vatani görev adı altında mecburi askerlik hizmetini yapmak üzere silah altına alınırlar, temel eğitimi takiben dağıtımdan sonra gönderildikler kıtada subayların evine uşak giderlerdi. Odun kırarlar, kömür taşırlar, çarşıya, pazara gönderilirler, temizlik yaparlar, hatta çocuk bezi yıkarlar, akşam olunca kıtalarına yatmaya giderlerdi. [Uygulama 27 Mayıs’tan sonra kaldırıldı, ama yerine “emireri tazminatı” denilen parasal zam getirildi.] Dersimli küçük kızlar işte bu evlerden bazılarına –halk diliyle—“besleme” olarak verilmişler.
EVLATLIK DEĞİL, BESLEME
Çocukların gittikleri yerlerde iyi davranışla karşılaştıklarını, sıcak bir yuva bulduklarını sanmayınız. Nezahat Gündoğan Boğaziçi Üni. Kadın Kulübü’nün dergisi Bükak’a verdiği mülakatta (Sayı 18, Bahar 2010, Elif Bozgan, Öykü Tümer & Senem Kara) şöyle diyor:
“O aileler devlet politikası olarak çocuğu almak zorundalar. Askerin kendi karısının mesela haberi yok, seçme hakkı yok. Çocuk evine geliyor, kalıyor. Onunla uyum sağlar sağlamaz, kimsenin umurunda değil. Oradaki ideolojik nedenler bir yana, kendi iradesi dışında gelişmiş olaylar.
Evlatlık kavramı, ya hukuksal haklardan yararlandırmak için kendi nüfusuna geçirilen ya da hizmetinden yararlanmak için alınan çocukları tanımlar. Bu çocuklara baktığımızda, en azından bizim öykülerini öğrendiğimiz çocukların hiçbiri bu asker ailelerinin kütüğüne geçirilmiyor, ailenin soyadını almıyor. Hukuksal hiçbir haktan yararlanmıyor çünkü bu aileler bu çocukları evlatları olmadığı için almıyorlar. Bu, devletin politikası olarak belirlenmiş. Hatta bu çocuklar evlere gönderildiğinde evin hanımı bile meseleyi tam olarak bilmiyor. Özellikle de evin hanımıyla çok ciddi sorunlar yaşıyorlar. Ciddi baskılar yaşıyorlar ve bunu daha çok kadınlardan görüyorlar. Dövülmeler, hakaretler, aşağılanmalar… Çocuklar dil konusunda çok ciddi baskılara maruz kalıyorlar. İnanç konusunda da aynı şekilde. Dilleri, inançları tamamen değiştiriliyor. Taciz, yaşanan olaylarda çok belirgin ortak özelliklerden birisi…
Çocuklar Türkçe bilmiyor ve iletişim sorunu yaşıyorlar. Bu kadınlardan bir tanesi anlatıyor: “Evin hanımı ‘bana pembe elbisemi getir’ dediğinde ben pembenin ne renk olduğunu bilmiyordum. Başka bir şey götürüyordum. Sırf bunun için dayak yiyordum.” Ya da başka bir kadın anlatıyor: “Beni bir hafta banyoya kitlerdi, yanıma sadece su ve ekmek verirdi ve döverdi beni.” Evlatlık gittiği evdeki kadın, psikolojik sorunları da olan bir kadın sanırım, kendisini öteki gördüğü için, Kürt olduğu için dövermiş. Zaten bu çocukların büyük bir çoğunluğu bu kötü muamelelerden dolayı evden kaçıyorlar.”
Uygulama sadece rütbeli zabitlere hizmetçi, çocuk bakıcısı, çamaşır-bulaşık yıkayıcı vermek de değildi, o kız çocuklarını Türkleştirmek ve Sünnileştirmekti de. Nitekim bazıları uzun yıllar içinde ana dillerini unutmuşlar, Alevi olduklarını gizlemek, Sünni gibi görünmek zorunda kalmışlar. Hayatlarının sonuna gelmişler, 70 yıl önce yaşadıkları dehşeti hâlâ unutmamışlar, Dersim doğumlu oldukları için, Kürt ve Alevi kimliği taşıdıkları içi hâlâ tedirginler, hâlâ bir şeylerden ve birilerinde çekiniyorlar. Nedir o çekindikleri? Merkez’in gaddar elleri. Bazıları korkudan konuşmak istememişler, konuşanlar da tedirginlik içinde konuşmuşlar. Korkuları kendileri için değil, çocukları, torunları için. Onların başlarına iş gelir diye düşünüyorlar.
SİNEDE SAKLANAN İKİ TUTAM SAÇ
Filmin adındaki “İki tutam saç” nereden mi geliyor? Kayıp kızların ailelerinden olan Şemsi anlatıyor. İki ablasını annelerinin bağrından koparıp almışlar. Onlardan birinin adını kendisine vermişler. Kızları götürülürken, anne kızlarının saçından birer tutam saç kesip almış, bir bez parçasına sarıp koynuna koymuş.
Bu insanlar yobazlığın hurafelerine, hacı-hoca takımının muskalarının düzmece faydasına inanmazlar. Kadıncağız kızlarının saçlarını boynuna aşıp, saçları muska gibi ölünceye değin sinesinde saklamış, sonra onları Şemsi almış. Aile şimdi İstanbul’da yaşıyor. “Ben ölünce kime bırakacağım” diye soruyor? Şimdi o iki tutam saçı filmi seyredecek onca insan devralmış oldu.
Filmin “Kayıp Kızlar” sözüne aldanmayın. Kayıp değiller. Onlardan ancak 10 kadarını Neriman Gündoğan bulmuş konuşmuş. Kim bilir onlar gibi kaç kadının trajedisi vardı? Çoğu da tabii çoktan ölmüşlerdir.
Yapıt işte o sağ kalan ve izleri bulunan kadınlardan Huriye Arslan ve Fatma İçin’in anlatılarıyla başlıyor. 1938’de askeri yetkililer ailelerinden zorla aldıkları Huriye’yi Samsun'da, Fatma ise Malatya'da rütbeli askerlere evlatlık! vermişler. İki yaşlı kadın, 70 yıl sonra Adımayan’da buluşuyorlar. Yaşamlarını anlatıyorlar, kendi acılarından, başkalarının acılarından bahsediyorlar, yüreklerin gömdükleri acılardan konuşuyorlar. Zaman olarak 70 yıl dünde kalmış, ama içlerinde hasretleri, sevgileri, anıları capcanlı yaşamış ana-babalarını, kardeşlerini, halalarını, dayılarını anıyorlar. Onları bir gün mutlaka bulacakları inancıyla yaşamışlar. Bu inanç, bu umut onlara yaşama gücü vermiş.
TÜRKLEŞTİRME, SÜNNİLEŞLEŞTİRME
Aileleri kızlarını kayıp sanıyorlar, oysa onlar devletin kayıtlarında kayıp değiller. Hangi çocuğun kime verildiği kayıtlı. Bu kayıtlar askeri makamların arşivlerinde olmalı. Nezahat Gündoğan Sabah Gazetesine şunları anlatıyor:
“O çocuklar hangi askerin himayesine verilmiş ise dönemin yetkili kurumları bunu kayda geçirmiş. Çok enteresan bununla ilgili bir belgeye bile ulaştık. Dersimli İsmail Koç, o katliamdan 3 yıl sonra yani 1941'de hem kendi kızı hem de kardeşinin kızının izini sürmek için yola çıktığında, yetkili makamlara başvurduğunda kendisine bir belge veriliyor. Dönemin Salihli Kaymakamı imzasıyla İsmail Koç'a yazılı olarak deniliyor ki; 'Aradığınız kızlar Yarbay Münip Yılmaztürk'ün nezaretindedir. Sonrası çok tuhaf. İsmail Koç, yanında bir güvenlik görevlisi ile birlikte o yarbayın evine gidiyor. İstanbul Bebek'teki. Yarbayın eşi, 'Eşim evde değil. Şu an müsait değilim. 3 gün sonra gelin' diyor. 3 gün sonra gittiğinde ise kafası kazıtılmış, başka iki kız çocuğu çıkarılıyor karşısına. 'Bunlar benim aradıklarım değil' diyor. Yarbayın eşi ise, 'Bizdekiler bunlar' deyip, kapıyı kapatıyor. Dersimli İsmail daha sonra yine iz sürmeye çalışıyor ama muvaffak olamıyor. İşte belgeselin ana konusu da bu bulunamayan iki amca kızı ile bulunan bir başka amca kızlarının öyküsünü tüm dramıyla gözler önüne seriyor…. Bu bir devlet politikası..Röportaj yaptığım bir kadına, 'Niye sizi evlatlık verdiler? ' diye sorduğumda, 'Hükümet kararıydı bu' dedi. Benim üzerimde durduğum en önemli konulardan biri bu…. 37-38'de neler yaşandığı bir parçası olarak dedim ya çeşitli projeler geliştirildi. Şimdi o süreçte 'Ulus yaratma da, dil ve kültür birliği yaratma da' önemli konulardan biri de özellikle kız çocuklarının yetiştirilmesiydi. Evlatlık olarak kızlar verilmiş. Verilemeyenler için de Elazığ'da Sıdıka Avar adlı bir öğretmenin öncülüğünde bir kız enstitüsü kurulmuş. Kız çocukları oraya gönderilip bunlara Türk kültürü öğretiliyor. Avar kendini misyoner bir Türk öğretmeni olarak tanımlıyor. Tek amacı da Türk dilini ve kültürünü o bölgedeki kızlara aşılamak ve öğretmek” (27. 09. 2010) .
Belgeseli hazırlayanların belirttiklerine göre, Türkleştirme ve Sünnileştirme politikasının tuttuğuna dair örnekler varmış. Kadınların çoğu evlenip çoluk-çocuk sahibi olduktan sonra kimliklerini gizlemişler. Çocukları, torunları arasında Türkçü olanlar, bağnaz dinci olanlar, Kürt düşmanı, alevi düşmanı olanlar bile bile bulunuyormuş. Annelerinin, büyük annelerinin kökeni onlara söylendiğinde büyük tepki gösteriyorlarmış.
GAZ ODALARINDAN ÖNCE
GAZ MAĞARALARI VARDI
Onlar öykülerini anlatırken Dersim katliamına dair gerçekleri kitaplardan değil, bizzat insanlardan dinliyoruz. Örneğin mağaralara doldurulan insanlara zehirli gaz verildiğini duyuyoruz. Nazilerin Toplama Kamplarındaki gaz odalarından ne farkı var yapılanın. 72-73 yıl önce o dehşeti yaşamış olan yaşlı kadın anlatıyor, “Nasıl unuturum? Mağaraların içine doldurulan o insanlar benim kardeşim, annem, babam. Fare gibi zehirlenirken onlar nasıl... Erkek kardeşim belki de sulara atmıştır kendini. Kahrından boğulmuştur.” Diyor.
Filmin Cemal Reşit Rey Salonunda yapılan galasına katılan Nezihe Koç o kızlardan. 4 yaşındayken Elazığlı İbrahim Çavuş tarafından evlatlık alınan Nezihe Teyze, her sahnede derin bir iç çekiyor, yaşadıklarını şöyle anlatıyor: 'Ben diğer kızlara göre şanslıydım. Beni götüren Elazığlı İbrahim Çavuş bana gerçek bir baba oldu. Ama bir gün, anne dediğim kadın dayanamadı. 'Ailesini katlettiniz. Şimdi çocuğum diyorsunuz' diye ağladı. İbrahim Çavuş da gerçeği itiraf etti. 17 yaşındaydım. Akrabalarım geldi. Beni Hozat'a, doğduğum topraklara getirdiler. Meğer yıllarca ailemi katleden adama 'Baba' demişim' (Sabah, 22. 06. 2010) .
C EZAEVİ KATLİAMINDAN
DERSİM KATLİAMINA
Nezahat Gündoğan’ın kim olduğunu burada anmadan geçemeyiz. 19 Aralık 2010’da Onuncu Yıldönümünü andığımız Cezaevi Katliamından kurtulanlardan.
“Ailem Dersimli ama Erzincan’da yaşıyorlardı. Ben beş yaşındayken Erzincan’dan İstanbul’a göç ettik. Bahçelievler civarında oturduk. İstanbul’da okudum. Trakya Üniversitesi Mimarlık Bölümü’ne gittim. Politik mücadeleden dolayı daha sonra okulu bıraktım. Siyasal mücadele vermenin bedelleri ağır, hemen hapis yolları gözüküyor. Eşimle beraber hapishaneye 1996 yılında girdik. Demokratik hak arama mücadelesine en tahammülsüz oldukları dönemdi. Farklı cezaevlerinde kaldık; Ümraniye, Bayrampaşa, Kartal… 19 Aralık meşhur “Hayata Dönüş” operasyonları olarak ifade edilen katliam sırasında da Ümraniye’deydik. 2001’de ölüm oruçlarından sonra tahliye oldum. İlk tahliye olan ölüm orucu ekibindeydim. Çıktıktan sonra bir tedavi, adapte olma sürecinden sonra sinemayla ilişkim başladı. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın -bizim tedavimizi onlar üstlenmişti- düzenlediği kursta sinemayla tanışmış oldum.
İlk çalışmamız Munzur Akmazsa Dersim’in barajlarını konu alan bir filmdi. Genel olarak bu tür ekonomik yatırımların bir bölgeye neler getirdiğini incelerken doğal olarak o bölgenin geçmişine de bakmanız gerekiyor. Bu tür yatırımlar bölgenin geleceğine dair sorunlar yarattığı gibi geçmişiyle de bağını koparabiliyor. Dersimli olmamızın ve yürüttüğümüz bu belgesel çalışmasının etkisiyle, Dersim’i tarihsel boyutuyla da irdelememiz gerektiği sonucuna vardık. ‘38 katliamından tesadüf sonucu sağ kalanların izini sürdük, onlarla görüştük. Sözlü tarih çalışması yaptık. Genel anlamda Dersimli pek çok ailenin o harekât sürecinde birçok yakınının kayıp olduğunu, özellikle kız çocuklarının kayıp olduğunu biliyorduk. Bu çalışmanın özelinde de Dersim’in Kayıp Kızları’nın, evlatlık verilen, anneleri babaları öldürülen ya da anne ve babalarından zorla alınan kız çocuklarının öykülerinin izini sürdük. O izlerin peşindeyiz hâlâ. Biz araştırdıkça yeni yeni öyküler yeni yeni dramlar ortaya çıkıyor. Onlar da derinleşiyor. Bir yanıyla kendimizi şanslı hissediyoruz çünkü en azından tanıkları ve mağdurları bulup görüşebiliyoruz” (Bükak, Sayı 18) .
Belgeselin müziğini Mikail Aslan yapmış, Şevval Sam kendi bestesi olan Yol Türküsü ile söylüyor. Metinleri Sema Kaygusuz yazmış, seslendirmeyi Jülide Kural yapmış. Sırrı Süreyya Önder çalışmalara danışman olarak katılmış. Belgeselin süresi 60 dk.
Çalışmalarda 70 kadar “kayıp kız”a ulaşılmış, yakınlarıyla birlikte konuşulan tanık sayısı 100 civarında. Bunların hepsini tabii ki, filmde toplamak olası değildi. Ama canlı tanıklıklar bir kitap olarak yayınlanacak, kitap devlet terörünün bir utanç belgesi olacak.
Sinemalar: Yakup Sayın’ın Diyarbekir web sayfalarındaki bilgilendirmesine göre, film Diyarbakır Avrupa, Adıyaman Kültür, Mardin SineMardin, Batman Yılmaz Güney, Viranşehir Belediye, Hakkâri Vizyon, Gaziantep Bedestan Hayri Eşkin, Elbistan Kültür Merkezi, Ankara Kızılay Büyülü Fener ve Beyoğlu Yeşilçam sinema salonlarında gösterime girmiş bulunuyor.