Öğretmenler Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Mehmet Halil
Alan:   Grup:Öğretmenler
Tarih: 15.11.2010 19:30
Konu: Ahhh eski bayramlar! demeyelim de, ''Ahhh eski günler'' deyelim...

Ahhh! Eski bayramlar! Demeyelim de, ‘’Ahhh! Eski günler! ’’ deyelim. Çünkü deliye her gün bayram… (Hala delirmeyen varsa okumasın!)

Eskiden elektrik yokmuş, ama, karanlıktan şikayet eden de yokmuş.
Aydınlık insanın içinden geliyormuş… Ruhtan ve vücuttan…
Şimdi elektrik var ama mizahlar bile kara…

Her annenin sütü beyazdır. Bu sütün helal olduğu anlamına da gelir. Beyazın böyle bir centilmenliği vardır. Tabi anne özel bir şerh koyup da sütünü haram etmemiş ise…
Fiziği besleyen gıdalara ihtiyacımız olduğu gibi, duyguları besleyen gıdalara da ihtiyacımız vardır. Arzu, sevgi, moral, şehvet gibi… Bunlar da fizikle duyguların kavşağından geçiyor. Rahmi besler gibi…
(Damat Rahmi değil…) Bu beslenmemizin de helal olması için, kızların da süt gibi beyaz olması istenirdi. Burada renkler de büyük rol oynuyor. Renkler adeta insanları yönlendiriyor.
İşte onun için anneler kızlarının evden dışarıya çıkmasını yasaklarlardı. Güneş görmüş
kız makbul değildi. Helal sayılmaz ve evde kalma ihtimali yüksekti… Kız görmemiş erkeklerin gözleri ise güneşten daha çok yakıcı oluyordu. Güneş gibi kızları yakar,
helale haram katardı, beyaz önce sararır, sonra kızarır, başkalarının şahadeti de olursa
dünyası kararırdı. Bunun kitapta bile yeri var. Gözle zina gibi…

O zamanlar şimdiki gibi bakır rengi pek makbul değildi, değildi de ne demek, tehlikenin işaretiydi. Bakır rengi zehirle eş anlama gelirdi. Bakır kaplar zehirlediği için, bakır renkli kızlara yanaşmak için yürek isterdi. Düşünen insanın işi değildi bakır rengi bir kızı istemek.
Düpedüz intihar etmek gibiydi. Kaplar bile bakır rengi görülür görülmez kalaylanırdı. Evlilikten sonra kocaların karılarını gün aşırı kalaylaması da böyle bir tehlikeye karşı önlem olarak gündeme gelirdi. Şimdi sevgiden değil karılarından kurtulmak için yapıyorlar bu işi…
Güneş görmeyen kızlar yeni kalaylanmış kap gibi parlardı. Evlilik çağına gelmiş gençlerin gözünü alırdı bu parlaklık. Kızın ailesi de kör veya şaşı damat istemedikleri için sarıp sarmalarlardı kızlarını… (tam bu değerler yitiriliyor derken yeni bir umut kapımızı çaldı son yıllarda…)
Her neyse konuyu dağıtmayalım. Nerede kalmıştık… Evlenmeden önce kızlar dışarıya çıkarılmaz, güneşe gösterilmezler diyorduk…
Ana sütleri arasında ayrılık gayrılık olur mu? Hiç şu ananın sütü güzel, bu ananın sütü çirkin denildiğini duydunuz mu? Tabi ki duymadınız çünkü bu mümkün değil. İşte ana sütü gibi özenle korunmuş kızlar arasında güzel çirkin diye bir şey de olamazdı. Hepsi güzel, hepsi sağlıklıydı. Onun için flört diye bir şeye gerek de yoktu. Önemli olan aile varlıklarıydı. Aileler birbirine uygun olsun yeterdi. Zenginliklerinin denk olması önemliydi. İşgücü olarak
Ve sermaye olarak ailelerin zaafa uğramaması önemliydi. Bu dengeyi korumak için her ne kadar ‘’mal canın yongasıdır! ’’ denilmişse de, bu yanılsamadan başka bir şey değildi…
Öyle de olunca artık geriye ihtiyaç duyulduğunda mandıradan süt alır gibi birini gönderip kızı
İstemek kalıyordu geriye… Buna, bir de görücü usulü diye bir isim verilmişti.

Evet, alışveriş başlardı, bu alışverişin bir de fiyatı vardı tabi… Buna da başlık parası denilirdi.
Başlık parası yani fiyatlar sabit olamazdı. Fiyatları belirleyen şey, üretim tarihi ile tüketim tarihi arasındaki bulunduğu noktaydı. Her zaman ve her yerde önemli noktalar bulunur bilirsiniz. Bu noktalar insanın ve evrenin hayatında önemlidir. Yerine göre ölüm kalım meselesidir. Şimdi müzik setlerinde ileri geri oynatılarak yapılan ses ayarı gibi ayarlanırdı fiyatlar. Öyle olunca da keseye göre davranmak zorunda kalırdı damat adayları. Hem ruhunu dinlendirmek isteyen, hem de kulak zarım patlamasın diyenler iyi yapmak zorundaydı bu ayarı. Ayarsızlar evde kalırdı çoğu zaman…

Sakın genç okuyucular her şeyin böyle yazıldığı ve okunduğu kadar kolay olduğunu sanmasınlar… Yaşamak yazmak kadar kolay değil. Yaşamak anne sütü emmek, baba parası yemek kadar kolay olsaydı, hiç bu kadar çok yazı yazılmazdı. Kitap basılmazdı.

Kız istemeyi de öyle kolay sanmayın.
Her ne kadar ‘sevgiler şelale’ denilse de, bu bir yanılsama. Sevgilerin evlilikler üstüne baharat gibi, bulunursa ekilen, bulunmazsa sevgisiz de devam ettiği dönemlerdi o eski zamanlar…
Şimdi farklı mı? Diye sormayın, o fark da buradaki konumuzun dışında… Şimdi eski günleri anıyoruz…

Biraz tat katabilmek için yüksek sesle düşünürüz, düşünürüz, ama, o doğanın harika çocuğu şelale her yerde bulunmuyor ki, her evde bulunsun… Ona ulaşabilmek düşündüğümüz kadar kolay değil…
Aslında hem çok kolay, hem imkansızdır… Dünyada sayılı olan şelalelere ulaşmak için eşit yaşam standartlarına sahip olsaydık bile, yine de, yedi milyar insan hücum eder ve herkes için ulaşılması imkansız hale gelirdi. Sevgilerin şelalesi de öyle gibi… Kolaydır çünkü şelaleye ulaşabilecek insan sayısı az olduğundan, parası olanlar için kolaydır…

Her şey kız anasının ve kız babasının iki dudağı arasında… İnsan nasıl yazı tura atar da, yazı mı gelecek yoksa tura mı gelecek, bilemez ya, işte bu da öyle… Ortam önemli, o an hangi rüzgarın eseceği belli olmaz… ‘’Kız evi naz evi’’ diye bir deyim vardır, bu söz olaya biraz açıklık getirir ama, biz gene de deneylerden bildiklerimizi aktaralım.

Kızı istemeye gittiğinizde damat adayına, kız babası, ırz düşmanı olarak da bakabilir, (bunun sonucu kovulmaktır) kendi oğlu gibi de bakabilir, bu da yeni bir ırgata kavuşan mutlu baba fotoğrafını sergiler ki, bu mutluluk size de aynen yansıyabilir. Yani sizin anlayacağınız evlilik bir ölçüde üretim araçlarının ve üretim güçlerinin birleşmesi gibidir ki, bu da çok doğaldır, çünkü sonunda üretim olacaktır…
Bu yüce ideallerin dışında babanın, damat adayını sınavdan geçirirken, kartalın tavuğa bakma hakkı da unutulmamalıdır. Bu damattan ne çıkar ve lezzeti nasıldır, incelenir. Bu da yetmez, kızımızın başka talepleri de var deyip mehil istenir… Yok, eğer beklenen umutları beslemeyen bir aday ise, damat adayının çift geyik karaca kazağının altından çıkan gömleğin yakasını gösterip, bana dilini çıkarıyor, bu haylaz oğlu haylaz diye kapı dışarı edilme de söz konusu olabilir. Buna paranın tura hali diyelim…
Yok; mülakat devam edecek ise, kahveler gelir.
İşte böyle her şey tanrının elinde, ya da şu an o kadar güçlü kız babasının dilinde…
Bir de böyle zamanlarda zamanın akışını düşün, damat için koltukta, gelin adayı için mutfakta zaman durmuştur. (Böyle bir andan, en iyi şekilde yararlanmak, yani ömrünü uzatmak için, dört-beş evlilik yapan akıllı erkekler de vardır.) Yaz aylarında, bütün gün kavuran ve gitmek bilmeyen güneş, nasıl akşam ufka inince, birdenbire kaybolursa, gelin ve damat adayı için de bu an öyle, o ana kadar saatler geçmek bilmez de, işte o an, kahveler sunulurken göz göze gelme şansını yakalayan gelin ve damat adayları için, bir rüya anıdır… Tadına doyum olmayan bir rüya… Zamanın o ulaşılmaz hızı… O hız bir daha yakalanmaz… Böyle bir anın sarhoşluğu, o ortamın sihrini de bozabilir çoğu zaman…
Kahvesini utana sıkıla dudaklarına getiren damat adayının heyecandan içtiği kahve genzine gidip, bir hapşırma ile etrafı renklendirebilir.

Gençlik güzellik ve hız…
Mesafelerin uzaklığı, güçlendiriyor güzelliği ve aşkı…
Mehtaba çıkıp yıldızlara baktığımızda yıldızlar pırıl pırıl, kuyumcu dükkanında veya sevgilinin gerdanında parlayan mücevherler gibi… Gözleri kamaştırıyor. Gözler kamaşıyor, her şey rüya gibi, yürek ateşleniyor, kendinden geçiyorsun… Fırlıyorsun yerinden güzelliğe doğru, aya fırlatılan roket gibi, atmosferi yırtar gibi, o ortamı yaratan kuralları yırtarak ve ortamı kızıllığa bulayarak… Keşke arılar gibi hayat o an bitse de, insan bundan sonra acı çekmese…

Bir de atılan paranın yazı haline bakalım… O, göz göze gelişin kısacık anı, gözlerin o şelalesi. Kıvılcımlar… Elektriklenme… Yüzlerdeki nar kızıllığı… O an, nar tanem demekten kim kendini alabilir ki… Hayat nereden nereye… Kaç kere yaşanabilir rüyanın böylesi?

Rüya kısa sürer ve uyanınca düşünürsün! Ne ilgisi var ‘nar tanesi’ diye… Ama bilinçaltı öyle bir şey ki bazen bilinçten de ileri gidip insana doğruyu söyler ve söyletir.

Eskiden her evde kıyma makinesi bulunurdu… Kırsal kesimlerde hayvancılık, et tüketimini artırıyordu. Çoğu işler de kadınların elinden çıkıyordu. Kadınlar çekirdekten yetişiyordu.

Gen kız, kesilen kurbanın etinden kabaları alıp kıyma makinesine atıyor. Bir eliyle üsten bastırıyor, bastırıyor ki et parçaları girsin makinenin bıçakları arasına. Makine görevine bağlı. Çıkan kıymalar nar taneleri gibi önünde parlayarak dökülüyor. Düşüncele dalmış, geleceğini aklın süzgecinden geçirirken elini makineye kaptırma riski de hazırda bekler…
Nar taneleri ateş parçası gibi düşmeye başlıyor yüreğine, yüzü de kızarmaya başlıyor narın kabuğu gibi… Renkten renge giriyor… Bir taraftan da küçük yuvasında hissediyor kendini.
Köftelik kıyma hazır, gelin adayının önünde canlanıyor… Damat evin reisi artık, köfteyi kendi yoğuracak, harcı alıp geliyor, hepsini birbirine katıp başlıyor yoğurmaya, yoğurdukça, gelin adayı gibi renkten renge giriyor köfte de, sarı, kırmızı, mor… Damat adayı parmakları arasında köfteleri yapıyor sıka sıka… Nar kızıllığından bir şey kalmadı geriye… pembe ve mor arası bir hale geliyor köfteler…
Sıra pişirmede artık, kızgın ızgaraya atılıyor köfteler… Mordan karaya dönüyorlar, ikiye bölüp bakıyor aday, bakıyor köftelerin ortasında hafif pembelik var, biraz daha pişmesi lazım diyor ve ateşi üflüyor… Köftelerin içi dışı kararıyor… Sofraya konuluyor ve yeniliyor…
Geriye ne nar tanesi kalıyor, ne de güzel rüyalar… İş ve çocuklar ardı ardını birbirini kovalar.
Her iyiliğin bir kötülüğü varmış. Ömür, zor geçen için uzun oluyor, kolay geçen için kısa…
Böylece haksızlık kalmıyor ortada… İşte Allahın adaletiymiş bu da…