Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Üstadlarımdan Mevlana Celaleddin'in nefsine dediği gibi dedim:
(O, 'Ben senin Rabbin değil miyim? ' dedi; sen, 'Evet, Rabbimsin' dedin: 'Evet' demenin şükrü nedir? 'Bela' çekmektir. Belanın sırrının ne olduğunu bilir misin? O, Allah'a karşı fakrını hissetmenin ve Allah'a dayanmadıkça hiçliğini bilmenin yollarıdır)
Bediüzzaman
Bediüzzaman bir mürşid-i âzam, bir müceddid-i ekber olarak konuşuyor.
Bediüzzaman Said Nursî, Barla’da ikamete memur edilip Risale-i Nur’u telif ettiği seneler, yukarıda bir nebze zikrettiğimiz gibi, zerreyi dağ gibi kıymetlendiren ehemmiyetli seneler idi. Nasıl ki kışın dondurucu soğuğunda ve ağır şerait altında bir saatlik nöbet, bir sene ibadetten hayırlıdır. Aynen öyle de, o zaman-ı müthişede, değil yüz otuz risaleyi, belki iman ve İslâmiyete dair hakikî birtek risale yazabilmek dahi, binler risale kıymet ve ehemmiyetinde idi.
Evet, dinsizliğin hükümferma olduğu o dehşetli devirde, ehl-i din, terzil edilmeye çalışılıyordu. Hattâ Kur’ân’ı dahi tamamen kaldırmak ve Rusya’daki gibi dinî akideleri tamamen imha etmek düşünülmüş; fakat millet-i İslâmiyece bir aksülâmeli netice verebilmesi ihtimali ileri sürülünce bundan vazgeçilmiş, yalnız şu karar alınmıştı: “Mekteplerde yaptıracağımız yeni öğretim usulleriyle yetişecek gençlik, Kur’ân’ı ortadan kaldıracak ve bu suretle milletin İslâmiyetle olan alâkası kesilecek” Bütün bu dehşet-engiz plânları çeviren o müthiş fitnenin menbaları, şimdiki dinî inkişafın muarızı ve düşmanları olan haricî dinsiz cereyanların reisleri ve adamları idi. Evet, Türk milleti içerisinde meydana getirilen o dehşetli hadisatın içyüzünü, tafsilâtını, istikbalin hakikatperest tarihçilerine ve bunları, şimdi Demokrat idaredeki serbestiyetle bir derece neşretmekte olan İslâm-Türk muharrirlerine havale ediyoruz. Bizim vazifemiz, yalnız ve yalnız hakaik-i imaniye ve Kur’âniye ile meşgul olmaktır. Biz yalnız ve yalnız iman ve İslâmiyet cereyanındayız.
Evet, o dalâlet ve zındıkanın en azgın devirlerinde Bediüzzaman Said Nursî, daimî nezaret ve tarassut altında ve böyle müthiş ve pek çok ağır şerait içerisinde idi. Nemrutların, Firavunların, Şeddadların ve Yezidlerin yapamadığı zulümlerin envâı Bediüzzaman’a yapılıyordu. Ve yirmi beş sene böyle devam etti. O zaman âlem-i İslâm, maddeten fakirdi ve müstevlilerin esaretinde bulunuyordu. Bütün gizli fesat ve dinsizlik komiteleri, hem Türkiye’de, hem âlem-i İslâmda müthiş faaliyetler yapıyor ve taraftarları onları destekliyor ve hepsi de İslâmiyet aleyhinde ittifak ediyorlardı.
İşte, Risale-i Nur, Asr-ı Saadette, İslâmın cihanı fetih anahtarları hükmünde olan Bedir, Uhud muharebelerinin ehemmiyeti nev’inden bir kıymeti ihtiva eden bir zamanın mahsulüdür ki, vesile olduğu hizmet-i imaniye ve ifasında bulunduğu mânevî cihad-ı diniye, tarihte Asr-ı Saadetten maada hiçbir zamanda görülmemiş bir azamettedir. Eli kolu bağlı hükmünde olan Bediüzzaman Said Nursî, öyle dehşetli bir esarette, nefiy ve inzivada telif ve neşrettiği yüz otuz parça Risale-i Nur eserleriyle, beliğ bir hatip olarak Anadolu mescidinde ve âlem-i İslâm câmiinde konuşuyor, ehl-i İslâma Kur’ân’dan aldığı dersini tekrar ediyor. Güya Bediüzzaman Said Nursî, on dördüncü asr-ı Muhammedînin ve yirminci asr-ı Milâdînin minaresinin tepesinde durup, muasırları olan ehl-i İslâm ve insaniyete bağırıyor ve bu asrın arkasında dizilmiş ve müstakbel sıralarında saf tutmuş olan nesl-i âti (HAŞİYE) ile bir mürşid-i âzam, bir müceddid-i ekber olarak konuşuyor.
(Tarihçe-i Hayat'dan)
(HAŞİYE) : Risale-i Nur’a herkesten ziyade iştiyak gösteren, mâsum gençler ve çocuklardır. Binler nümunesinden bir nümunesi şudur: Bir zaman, Bolvadin kazasından geçerken, Üstadın geldiğini gören ilk ve orta mektep talebeleri, bilâ-istisna hepsi mektebin bahçesinden çıkarak arabanın etrafını alıp selâm veriyorlardı ve lisan-ı halleriyle “Hoşgeldiniz” diyerek tebriklerini ve minnettarlıklarını takdim ediyorlardı. Bunun hikmetini, bir müddet evvel Emirdağında, bindiği faytonun geçtiğini görüp tâ uzaklardan dikenlere basarak “Bediüzzaman dede, Bediüzzaman dede! ” diye Emirdağ köylerinin yollarında koşuşan mâsum çocuklar münasebetiyle, Üstadımızdan sormuştuk. O zaman, “Bu mâsumların akılları derk etmiyor; fakat ruhları bir hiss-i kablel-vuku ile hissediyor ki, Risale-i Nur’la bunlar hem imanlarını kurtaracak; hem vatanlarını, hem kendilerini, hem istikballerini dehşetli tehlikelerden muhafaza edecekleri için bu hakikati kalbleri hissetmiş. Ve benim Risale-i Nur’un tercümanı olmam hasebiyle, Risale-i Nur’a ait muhabbet, teşekkürat ve minnettarlığı bana gösteriyorlar” dedi ve onlara dua ettiğini söyledi. Üstad Bediüzzaman, çocukları pek sever, böyle etrafında toplandıklarında, “Mâsum olduğunuz için dualarınız makbuldür, bana dua ediniz” diye onlara iltifat ederdi. İşte, anneleri hep Nur talebeleri olan Bolvadin mâsumlarının samimî alâkalarının sebebi bu idi.
Lügatçe;
şerait: şartlar-zaman-ı müthişe: dehşet veren zaman dilimi-terzil: rezil düşürme-aksülâmel: bir tavır ve davranışa karşı olumsuz tavır sergilenmesi-inkişaf: açığa çıkma, gelişme-muarız: karşıt-zındıka: dinsizlik, inançsızlık-nezaret: gözetim-tarassut: gözetleme-müstevli: işgalci-nefiy: sürgün-inziva: yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmama, ibadetle zaman geçirme-nesl-i âti: gelecekteki nesil, kuşaklar-mürşid-i âzam: büyük yol gösterici-müceddid-i ekber: en büyük müceddid, yeniden yapılanmaya sebep olan.
İşte, ey bedbaht ehl-i dalâlet ve sefâhet! Şu dehşetli sukûta karşı ve ezici me'yusiyete mukabil, hangi tekemmülünüz, hangi fünûnunuz, hangi kemâliniz, hangi medeniyetiniz, hangi terakkiyâtınız karşı gelebilir? ruh-u beşerin eşedd-i ihtiyac ile muhtaç olduğu hakiki teselliyi nerede bulabilirsiniz? Hem, güvendiğiniz ve bel bağladığınız ve âsâr-ı İlâhiyeyi ve ihsanât-ı Rabbâniyeyi onlara isnad ettiğiniz hangi tabiatınız, hangi esbâbınız, hangi şerikiniz, hangi keşfiyâtınız, hangi milletiniz, hangi bâtıl ma'budunuz sizi, sizce idâm-ı ebedî olan mevtin zulümâtından kurtarıp kabir hududundan, berzah hududundan, mahşer hududundan, Sırat Köprüsünden hâkimâne geçirebilir, saadet-i ebediyeye mazhar edebilir? Halbuki, kabir kapısını kapamadığınız için, siz katî olarak bu yolun yolcususunuz. Böyle bir yolcu, öyle birisine dayanır ki, bütün bu daire-i azîme ve bu geniş hududlar onun taht-ı emrinde ve tasarrufundadır.
Hem dahi, ey bedbaht ehl-i dalâlet ve gaflet! 'Gayr-i meşrû bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir' kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfat ve esmâsına sarf edilecek muhabbet ve mârifet istidadını ve şükür ve ibâdât cihazâtını nefsinize ve dünyaya gayr-i meşrû bir sûrette sarf ettiğinizden, bilistihkak cezasını çekiyorsunuz. Çünkü, Cenâb-ı Hakka âit muhabbeti nefsinize verdiniz; mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belâsını çekiyorsunuz. Çünkü, hakiki bir rahatı, o mahbubunuza vermiyorsunuz. Hem onu, hakiki mahbub olan Kadîr-i Mutlaka tevekkül ile teslim etmiyorsunuz, dâimâ elem çekiyorsunuz. Hem, Cenâb-ı Hakkın esmâ ve sıfatına âit muhabbeti dünyaya verdiniz ve âsâr-ı san'atını âlemin esbâbına taksim ettiniz; belâsını çekiyorsunuz. Çünkü, o hadsiz mahbublarınızın bir kısmı size Allahaısmarladık demeyip, size arkasını çevirip, bırakıp gidiyor. Bir kısmı sizi hiç tanımıyor, tanısa da sizi sevmiyor, sevse de size bir fayda vermiyor; dâimâ hadsiz firâklardan ve ümitsiz dönmemek üzere zevâllerden azab çekiyorsunuz.
İşte, ehl-i dalâletin saadet-i hayatiye ve tekemmülât-ı insaniye ve mehâsin-i medeniyet ve lezzet-i hürriyet dedikleri şeylerin içyüzleri ve mahiyetleri budur. Sefâhet ve sarhoşluk bir perdedir, muvakkaten hissettirmez. 'Tuh onların aklına! ' de.
Lügatçe;
bedbaht: Bahtsız, mutsuz, kötü, dünyası ve ahireti fenâ-ehl-i dalâlet ve sefâhet: doğru ve hak yoldan sapmış, inançsız ve yasak zevk ve eğlencelerin içine düşmüş olan kimseler-sukût: alçalış, düşüş-me'yusiyet: ümitsizlik-tekemmül: ilerleme-fünûn: Fenler, bilimler-kemâl: mükemmellik-terakkiyât: terakkiler, ilerlemeler-eşedd-i ihtiyac: En şiddetli ihtiyaç-âsâr-ı İlâhiye: İlâhî eserler, Allah’ın eserleri-ihsanât-ı Rabbâniye: Allah’ın lütuf ve bağışları-esbâb: sebepler-şerik: Allah’a ortak koşulan şey-bâtıl ma'bud: Allah'dan başka ibadet edilen, yardım beklenilen şeyler, put-idâm-ı ebedî: âhiret inancı olmadığı için ölümü ebedî yokluğa gitmek olarak görme-mevt: Ölüm-zulümât: Karanlıklar-hâkimâne: hükmeder bir şekilde-mazhar: erişme, nail olma-daire-i azîme: geniş ve büyük daire-taht-ı emr ve tasarruf: Emir ve idaresi altında olmak-Gayr-i meşrû: helâl olmayan, dine aykırı-mârifet: bilme, tanıma-bilistihkak: Lâyıkıyla, hakederek-mahbub: Sevgili, sevilen, muhabbet edilen-âsâr-ı san'at: sanat eserleri-tekemmülât-ı insaniye: İnsanların becerileriyle geliştirdikleri-mehâsin-i medeniyet: Medeniyetin nîmetleri, güzellikleri.