Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Bu dünya bir misafirhanedir.
Her günde otuz bin şahit, cenazeleriyle
'El-mevtü Hakkun'
hükmünü imza ediyorlar ve o dâvâya şehadet ediyorlar.
Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahitleri tekzip edebilir misiniz?
Madem edemiyorsunuz; mevt Allah Allah dedirtir.
Bediüzzaman
Bediüzzaman'ın, gaybın geleceğe yönelik kısmıyla ilgili dikkat çekici ifadeleri vardır. Bunlardan bir kısmının geleceğe yönelik haber olduğu açıkça bellidir. Birazdan örnekleri gelecektir. Bir kısmı ise, ilk bakışta gaybî haber niteliği taşımaz. Fakat, zamanın akış seyri içinde, ondaki gaybî mana ortaya çıkar. Mesela, Bediüzzaman güneş sisteminden bahsederken 'küremizle beraber oniki seyyare'gezegen) (Sözler, s. 627) ifadesini kullanır. O yıllarda yedi gezegen bilinmektedir. Daha sonra bu sayı dokuza çıkmıştır. 1970'li yıllarda onuncu gezegen bulundu. Daha sonra onbirinci gezegenin yörüngesi keşfedildi. Sistemin tamam olabilmesi için, onikinci gezegenin de olması gerektiği sahanın uzmanlarınca belirtilmektedir.
Bediüzzaman, Urfa ilimizden bahsederken, 'Urfa taşıyla toprağıyla mübarektir'(Emirdağ Lahikası, s. 433) der. Bu ifadede ilk bakışta gaybî bir haber yoktur. Fakat GAP projesi neticesinde, bu ilimizin toprakları muazzam bir berekete kavuşmuştur.
Bediüzzaman'ın, 1939'da meydana gelen Erzincan depremiyle alakalı olarak değerlendirmeler yaparken, ' Ramazan-ı Şerîfin teravih vaktinde...' (Sözler, s. 157) ifadesi, 1992 depreminde anlaşılmıştır. Çünkü, 1939' daki deprem Ramazan'da ve teravih vaktinde değildir. 1992 depremi ise, Ramazan'ın teravih vaktine tevafuk etmiştir.
Sözler isimli eserinde, Bediüzzaman'ın bir temsil içinde yer alan şu ifadeleri, aya çıkılacağından ve ayın durumundan haber vermektedir: ' Şimdi sen dahi ey katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle ta Kamer'e (aya) kadar terakki ettin. Kamere girdin. Bak, kamer kendi zatında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa'yin beyhude, ilmin faidesiz gitti...'(Sözler:, s. 315)
Bir de, Bediüzzaman'ın eserlerinde yer almayıp da, şifahen söylediği şeylerin zamanla çıkması olayı vardır. Meselâ, 1943 Eylül'ünde Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, makam odasında Bediüzzaman'ın sarığına ilişmek ister. Bediüzzaman ' başından bul Nevzat' diye beddua eder. 9 Temmuz 1946'da, Vali Tandoğan başına kurşun sıkarak intihar eder. (Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Saîd Nursî, s. 323)
Sebepler üzerinde konuşmayınız. Sebepler üzerinde durmayınız. Onları Allah’a ortak gösterecek noktaya gelmeyiniz. Sebeplere dayanmayınız. Sonra müsebbibü’l-esbâb (sebepleri meydana getiren, bütün sebeplerin sahibi) olan Allah size gazaplanır (öfkelenir) . Yaratanın yani Allah’ın o sebeplerde tasarrufu vardır. Onları hazırlayan ve idare eden de yine Allah’tır. Aziz ve Celîl olan Allah’ın kitabına ve Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellemin sünnetine tâbi olanların inancı şudur ki:
1- Esas itibariyle kılıç kendi tabiatının gereği olarak kesmez. Bilakis kesme işini onun vasıtasıyla yapan bizzat Allah’tır.
2- Ateş kendi tabiatının gereği olarak yakmaz. Bilakis yakma işlemini onun vasıtasıyla yapan bizzat Allah’tır.
3- Yiyecekler kendi tabiatlarının gereği olarak doyurmazlar. Bilakis doyurma işini onlar vasıtasıyla yapan bizzat Allah’tır.
4- Su, susuzluğu kendi tabiatının gereği olarak gidermez. Bilakis susuzluğu onun vasıtasıyla gideren bizzat Allah’tır.
Bütün diğer sebeplerin hepsi de böyledir. Aziz ve Celîl olan Allah, benzer şekilde onlarda tasarruf sahibidir. Sebepler, Aziz ve Celîl olan Allah’ın huzurunda sadece bir aletten ve bir vasıtadan ibarettir. Allah onlarla dilediğini yapar.
Hakikatte işi yapan yani fâil Allah olduğuna göre niçin sebeplere yani alet ve vasıtalara saplanıp kalıyorsunuz? Neden bütün işlerinizde sebeplerin sebebi olan Allah’a yönelmiyorsunuz? Niçin hacetlerinizi O’na bırakmıyor, O’na arzetmiyorsunuz? Niçin birçok şeylere bağlanacağınıza yalnız O’na bağlanmıyorsunuz? Halbuki O’nun işi açıktır. Fiilleri ortadadır. Akl-ı selim sahibi hiçbir kişiye gizli değildir.
Diploma alan asılzade evlatlar birer kıt'anın başına geçecek
Bundan sonra İstanbul’da fazla kalmaz, Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır, Batum yoluyla Van’a giderken Tiflis’e uğrar. Tiflis’te, Şeyh San’an Tepesine çıkar. Dikkatle etrafı temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:
“Niye böyle dikkat ediyorsun? ”
Bediüzzaman der: “Medresemin plânını yapıyorum.”
O der: “Nerelisin? ”
Bediüzzaman: “Bitlisliyim.”
Rus polisi: “Bu Tiflis’dir! ”
Bediüzzaman: “Bitlis, Tiflis, birbirinin kardeşidir.”
Rus polisi: “Ne demek? ”
Bediüzzaman: “Asya’da, âlem-i İslâmda üç nur, birbiri arkasından inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek. Ben de gelip burada medresemi yapacağım.”
Rus polisi: “Heyhat! Şaşarım senin ümidine.”
Bediüzzaman: “Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.”
Rus polisi: “İslâm parça parça olmuş.”
Bediüzzaman: “Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir...
Yahu, şu asilzade evlât, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirmekle, kader-i Ezelînin nazarında, feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.
Evet, bir genç, hapiste, yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namaza sarf etse ve ekser günahlardan hapis mâni olduğu gibi, o musîbete sebebiyet veren hatâdan dahi tevbe edip sâir zararlı, elemli günahlardan çekilse, hem hayatına, hem istikbâline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabâsına büyük bir faydası olması gibi; o on, on beş senelik fânî gençlikle, ebedî parlak bir gençliği kazanacağını, başta Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, bütün kütüb ve suhuf-u semâviye katî haber verip müjde ediyorlar.
Evet, o şirin, güzel gençlik nimetine istikâmetle, tâatle şükretse, hem ziyâdeleşir, hem bâkîleşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belâlı olur, hem elemli, gamlı, kâbuslu olur gider; hem akrabâsına, hem vatanına, hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.
Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuş ise, farz namazını kılmak şartıyla, herbir saati bir gün ibâdet olduğu gibi, o hapis, onun hakkında bir çilehâne-i uzlet olup, eski zamanda mağaralara girerek ibâdet eden münzevî sâlihlerden sayılabilirler.
Eğer fakir ve ihtiyar ve hasta ve İmân hakikatlerine müştak ise, farzını yapmak ve tevbe etmek şartıyla, herbir saatleri yirmişer saat ibâdet olup, hapis ona bir istirahathâne; ve merhametkârâne ona bakan dostlar için bir muhabbethâne, bir terbiyehâne, bir dershâne hükmüne geçer. O hapiste durmakla, hariçteki müşevveş, her taraftaki günahların hücumuna mâruz serbestiyetten daha ziyâde hoşlanabilir; hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman, bir kâtil, bir müntakîm olarak değil, belki tevbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar. Hattâ Denizli hapsindeki zâtların az zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarını gören bâzı alâkadar zâtlar demişler ki, 'Terbiye için on beş sene hapse atmaktansa, on beş hafta Risâle-i Nur dersini alsalar, daha ziyâde onları ıslâh eder.'
Mâdem ölüm ölmüyor. Ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir. Ve mâdem kabir kapanmıyor; kafile kafile arkasında gelenler oraya girip kayboluyorlar. Ve mâdem ölüm, ehl-i İmân hakkında idâm-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrildiği, hakikat-i Kur'âniye ile gösterilmiş; ve ehl-i dalâlet ve sefâhet hakkında, gözle göründüğü gibi, bir idâm-ı ebedîdir, bütün mahbubâtından ve mevcudâttan bir firâk-ı lâyezâlîdir. Elbette ve elbette, hiç şüphe kalmaz ki, en bahtiyar odur ki, sabır içinde şükretmek ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nurların dersini alarak istikâmet dairesinde imânına ve Kur'ân'a hizmete çalışmaktır.
Ey zevk ve lezzete mübtelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki, hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imândadır ve İmân hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır.
Ey hapis musîbetine düşen bîçareler! Mâdem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı. Çalışınız; âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün, tatlılaşsın; hapisten istifade ediniz. Nasıl, bâzan ağır şerâit altında düşman karşısında bir saat nöbet, bir sene ibâdet hükmüne geçebilir; öyle de sizin, bu ağır şerâit altında, herbir saat ibâdet zahmeti, çok saatler olup, o zahmetleri rahmete çevirir.
Lügatçe;
kütüb ve suhuf-u semâviye: Semavi kitaplar ve sayfalar-çilehâne-i uzlet: Çile çekilen yer, yalnız başına ve çile içinde ibâdet edilen yer-münzevî: Yalnız başına çekilip kimse ile görüşmeyen-müşevveş: Karmakarışık, düzensiz-müntakîm:İntikamcı-ehl-i dalâlet ve sefâhet: Kur`an ve sünnetin dışında yanlış yollara sapanlar ve eğlencelere dalanlar-idâm-ı ebedî: âhiret inancı olmadığı için ölümü ebedî yokluğa gitmek olarak görme-mahbubât: Sevilenler-firâk-ı lâyezâlî: Bitmeyen ayrılık, ebedî ayrılık.