Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir.
Göz ise mâneviyatta kördür.
Bediüzzaman
Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz, ancak milliyetimiz olan İslâmiyetin terakkisiyle ve hakaik-i şeriatın tecellîsiyledir. Yoksa, “Yürüyüşünü terk etti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi” diye olan darb-ı mesele mâsadak olacağız.
Evet, hem şan ve şeref-i millet-i İslâmiye, hem sevab-ı âhiret, hem hamiyet-i milliye, hem hamiyet-i İslâmiye, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız.
Ey paşalar, zabitler!
Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de cevap isterim. İslâmiyet ise, insaniyet-i kübrâ; ve şeriat ise, medeniyet-i fuzla (en faziletli) olduğundan, âlem-i İslâmiyet, medine-i fazilet-i Eflâtuniye olmaya sezâdır.
Birinci sual: (HAŞİYE) Gazetelerin aldatmalarıyla meşru bilerek buradaki görenek ve âdete binaen cereyan-ı umumîye kapılan safdillerin cezası nedir? Belki, hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar, isdibdaddırlar.
HAŞİYE: Bu sualler, kırk-elli masum mahpusun tahliyesine sebep oldu.
Lügatçe;
Terakki: ilerleme, yükselme-darb-ı mesel: atasözü-mâsadak: bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı bir mânâ-hamiyet-i milliye: vatan ve millet gibi mukaddes değerleri koruma duygusu; millî onur ve haysiyet-hubb-u vatan: vatan sevgisi-mütehassis: duygulanma, hislenme, hassas olma-insaniyet-i kübrâ: medeniyet-i fuzla:en faziletli, üstün ve erdemli medeniyet-medine-i fazilet-i Eflâtuniye:sezâ: Eflâtun’un faziletli şehri; Eflâtun’un felsefesinde tarif ettiği, ancak hayalde mümkün olabilen fazilet şehri.
('Kime hikmet verilmişse, işte ona pekçok hayır verilmiştir.' Bakara Sûresi: 269)
Hikmet-i Kur'âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak:
Bir zaman hem dindar, hem gayet san'atkâr bir hâkim-i nâmdar istedi ki, Kur'ân-ı Hakîmi maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki i'câza şâyeste bir yazı ile yazsın; o mu'ciznümâ kamete hârika bir libas giydirilsin. İşte o nakkaş zât, Kur'ân'ı pek acîb bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimâl etti. Hakâikının tenevvüüne işaret için, bâzı mücessem hurufâtını elmas ve zümrüt ile; ve bir kısmını lü'lü ve akîk ile; ve bir tâifesini pırlanta ve mercanla; ve bir nevini altın ve gümüş ile yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip, münakkaş etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes, temâşâsından hayran olup, istihsan ederdi. Bâhusus, ehl-i hakikatin nazarına, o sûrî güzellik, mânâsındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinâtın işârâtı olduğundan, pek kıymettar bir antika olmuştur.
Sonra, o Hâkim, şu musannâ ve murassâ Kur'ân'ı, bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: 'Herbiriniz, bunun hikmetine dâir bir eser yazınız.'
Evvelâ o feylesof, sonra o âlim, ona dâir birer kitap telif ettiler. Fakat feylesofun kitâbı, yalnız harflerin nakışlarından ve münâsebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifâtından bahseder; mânâsına hiç ilişmez. Çünkü, o ecnebî adam, Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı, bilmiyor ki, bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki, ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan Arabî bilmiyor; fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mâhir bir kimyâgerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam, bu san'atlara göre eserini yazdı.
Ammâ, Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit, anladı ki, o, Kitâb-ı Mübîndir, Kur'ân-ı Hakîmdir. İşte bu hakperest zât, ne tezyinât-ı zâhiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurûfun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âlî, daha gâlî, daha latîf, daha şerîf, daha nâfi, daha câmi'. Çünkü, nukuşun perdesi altında olan hakâik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrârından bahsederek, gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı.
Sonra ikisi, eserlerini götürüp o hâkim-i zîşâna takdim ettiler. O hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış; fakat hiç hakiki hikmetini yazmamış, hiçbir mânâsını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş. Çünkü, o menba-ı hakâik olan Kur'ân'ı, mânâsız nukuş zannederek, mânâ cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o hâkim-i hakîm dahi, onun eserini başına vurdu; huzurundan çıkardı.
Sonra, öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı, gördü ki, gayet güzel ve nâfi bir tefsir ve gayet hakîmâne, mürşidâne bir teliftir. 'Aferin, bârekâllah,' dedi. 'İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmiş bir san'atkârdır.' Sonra, onun eserine bir mükâfat olarak, her bir harfine mukabil, tükenmez hazînesinden on altın verilsin, irâde etti.
Lügatçe;
Hikmet-i Kur'âniye: Kur`ân`ın, kâinatın mânâlarını ve yaratılış amacını izâh etmesi-hikmet-i fenniye: Fen ilimleri. Pozitif ilimler-hâkim-i nâmdar: Şöhretli, meşhur devlet başkanı, idareci-maânî: Mânalar-kudsiyet: Yücelik ve pâklık. Kusursuzluk ve noksansızlık-kelimât: Kelimeler, sözler-i'câz: Mu`cizelik; âciz bırakmak, insanların benzerini yapmaktan âciz kaldıkları şeyi yapmak-şâyeste: Uygun, yaraşır, lâyık-mu'ciznümâ: Mu`cizeli-kamet: manevi biçim ve şekil; endam-libas: elbise-nakkaş: nakışlayan, süsleme yapan sanatkâr-Hakâik: hakikatler, gerçekler-tenevvü: çeşitlilik-mücessem: cisimleşmiş, maddi-hurufât: Harfler-münakkaş: nakışlarla süslenmiş-sûrî: dış görünüşe ait-musannâ: sanatlı bir şekilde yapılan-murassâ: kıymetli taşlarla süslenmiş-çendan: Gerçi, her ne kadar-nukuş: Nakışlar-âlî: Yüce-gâlî: kıymetli-latîf: Hoş, güzel-nâfi: faydalı-câmi': kapsamlı-hakâik-ı kudsiye: mukaddes, yüce hakikatler-envâr-ı esrâr: sırların nurları; bilinmeyen gizli şeylerin ışıkları-hâkim-i zîşân: şan ve şeref sahibi idareci-hodpesend: Yalnız kendini beğenen, mağrur-menba-ı hakâik: hakikatlerin kaynağı-hâkim-i hakîm: herşeyi hikmetle yapan ve herşeye hükmeden-müdakkik: İnceden inceye dikkatle araştıran-nâfi: faydalı, şifalı-hakîmâne: hikmetli bir şekilde, Her şeyi belli bir gaye ve fayda gözeterek yaparak-mürşidâne: hak ve doğru yolu göstererek, irşad edici.
Bir Kedi Kadar Olamadık..
İbni Helekan (ra) anlatıyor:
- “Ebu’l Hasan arkadaşları ile yemek yerken bir kedi çıkagelmiş. Ona bir lokma atmışlar. Biraz sonra yine gelmiş. Bir lokma daha atmışlar. Kedinin geliş gidişleri beşi bulunca içlerinden
biri kalkıp o kediyi takip etmiş. Kedi aldığı lokmaları bir harabeye götürüyormuş. Onu takip eden adam içeri girince, kedinin lokmaları gözleri kör olan başka bir kediye taşıdığına şahit
olmuş ve bunu gidip Ebu’l Hasan’a anlatmış.
O da:
‘Yazıklar olsun bize! Bir kedi kadar olamadık. Gaflet içinde vakit geçiriyoruz’
demiş ve o günden sonra nerede yardıma muhtaç biri varsa onu arayıp bulmuş.