MAVERA-Sufi Muhabbet Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Adem Kılıç
Alan:   Grup:MAVERA-Sufi Muhabbet
Tarih: 22.04.2013 12:00
Konu: Yn: Yn: [mavera-sufi-muh..]

Dünya bir misafirhanedir.
İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir.
Dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-i harfiyle sev, mana-i ismiyle sevme;
'ne kadar güzel yapılmış' de, 'ne kadar güzeldir' deme.
Bediüzzaman
MÂNÂ-İ HARFÎ: Birşeyin Yaratıcısına bakan, onu târif eden ve tanıtan mânâsı
MÂNÂ-İ İSMÎ: Birşeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı.
Bediüzzaman
YARI CİNAYET: Şöyle ki: Daire-i İslâmın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sabık Sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri sabık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihate istidat kesbetmiş zannıyla ve “Aslâh tarik musalâhadır” mülâhazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infiâlâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı sâbıka ceride lisanıyla söyledim ki:
“Münhasif Yıldızı darülfünun et, tâ Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar, zebânîler yerine ehl-i hakikat melâike-i rahmeti yerleştir, tâ cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü’l-ömrü ömr-ü sâni yolunda sarf eyle! ”
Şimdi muvazene edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya darülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasp edilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin.
Ben ki bir gedayım, bir büyük padişaha nasihat ettim. Demek yarı cinayet ettim.
Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi. (HAŞİYE)
HAŞİYE: O yarının zamanı, on beş sene sonra yirmi sekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan Siracü’n-Nur’un âhirindeki bahse bakınız. Tam o yarı cinayeti bileceksiniz.
Lügatçe;
nokta-i hilâfet: Peygamberimizin (a.s.m.) vekili olarak Müslümanların din ve dünya işlerinin tedbirini gören genel başkanlık noktası-sabık: geçen, önceki-kabul-ü nasihat: nasihat kabul etme-Aslâh tarik musalâhadır: yolun en iyisi, güvenlisi barış yoludur-ağraz: kötü niyet ve düşmanlıklar-infiâlât: etkilenmeler, hareketlenmeler, taşkınlıklar-mebde: başlangıç-ahsen: en güzel-Sultan-ı sâbık: önceki Sultan, padişah; İkinci Abdülhamid-ceride: gazete, medya-Münhasif: sönmüş, batmış, tutulmuş-darülfünun: üniversite-melâike-i rahmet: rahmet melekleri-mütekeffil: kefilliği üstlenen, garantör-Zekâtü’l-ömr: ömrün zekatı; dünya hayatının kırkta biri-ömr-ü sâni: ikinci ömür; ahiret hayatı-tedris: ders verme, eğitip öğretme-geda: köle.
Hem, o bedbaht, kendi kendine zulmetmiş. Gündüz gibi güzel bir hakikati ve parlak bir vaziyeti, basîretsizliği ile kendisine muzlim ve zulümâtlı bir evham, bir Cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate müstehaktır. Ve ne de kimseden şekvâya hakkı vardır. Meselâ, bir adam, güzel bir bahçede, ahbablarının ortasında, yaz mevsiminde, hoş bir ziyâfetteki keyfe kanaat etmeyip, kendini pis müskirlerle sarhoş edip, kendisini kış ortasında canavarlar içinde, aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor, dostlarını canavar görüp tahkir ediyor. İşte bu bedbaht dahi öyledir.
Ve şu bahtiyar ise, hakikati görür. Hakikat ise, güzeldir. Hakikatin hüsnünü derk etmekle, Hakikat Sahibinin kemâline hürmet eder, rahmetine müstehak olur. İşte, 'Fenâlığı kendinden, iyiliği Allah'tan bil' olan hükm-ü Kur'ânînin sırrı zâhir oluyor.
Daha bunlar gibi sâir farkları muvâzene etsen, anlayacaksın ki, evvelkisinin nefs-i emmâresi ona bir mânevî Cehennem ihzâr etmiş. Ve ötekisinin hüsn-ü niyeti ve hüsn-ü zannı ve hüsn-ü hasleti ve hüsn-ü fikri onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazîlete ve feyze mazhar etmiş.
Lügatçe;
muzlim: Karanlık verici, karanlıklı-zulümât: Karanlıklar; haksızlıklar, eziyetler-evham: Olmayan birşeyi olur zannı ile meraklanmak, vehimler, kuruntular-hüsn: Güzellik. İyilik-ihzâr: Hazırlamak-hüsn-ü haslet: İyi haslet, güzel huy.
Sonra niyaza başladı. Tâ, tılsımın anahtarı ona ilham oldu. Bağırdı ki:
'Ey bu yerlerin Hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehâlet ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızânı istiyorum ve seni arıyorum.'
Ve bu niyazdan sonra birden kuyunun duvarı yarılıp şâhâne, nezîh ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı. Belki ejderha ağzı o kapıya inkılâb etti. Ve aslan ve ejderha iki hizmetkâr sûretini giydiler. Ve onu içeriye dâvet ediyorlar. Hattâ, o aslan, kendisine musahhar bir at şekline girdi.
İşte ey tenbel nefsim ve ey hayalî arkadaşım! Geliniz, bu iki kardeşin vaziyetlerini muvâzene edelim. Tâ, iyilik nasıl iyilik getirir ve fenalık nasıl fenalık getirir, görelim, bilelim.
Bakınız, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır, titriyor. Ve şu bahtiyar ise, meyvedar ve revnaktar bir bahçeye dâvet edilir.
Hem o bedbaht, elîm bir dehşette ve azîm bir korku içinde kalbi parçalanıyor. Ve şu bahtiyar ise leziz bir ibret, tatlı bir havf, mahbub bir mârifet içinde garip şeyleri seyir ve temâşâ ediyor.
Hem, o bedbaht, vahşet ve me'yusiyet ve kimsesizlik içinde azab çekiyor. Ve şu bahtiyar ise, ünsiyet ve ümit ve iştiyak içinde telezzüz ediyor.
Hem, o bedbaht, kendini vahşî canavarların hücumuna mâruz bir mahpus hükmünde görüyor. Ve şu bahtiyar ise, bir azîz misafirdir ki, misafiri olduğu Mihmandâr-ı Kerîmin acîb hizmetkârları ile ünsiyet edip eğleniyor.
Hem, o bedbaht, zâhiren leziz mânen zehirli yemişleri yemekle azabını tâcil ediyor. Zîrâ, o meyveler, numunelerdir; tatmaya izin var. Tâ, asıllarına tâlip olup, müşteri olsun. Yoksa, hayvan gibi yutmaya izin yoktur. Ve şu bahtiyar ise tadar, işi anlar, yemesini tehir eder ve intizar ile telezzüz eder.
Lügatçe;
dehâlet: Sığınmak, aman dilemek, medet, yardım isteyiş-musahhar: Emre verilmiş, itaatkâr-muvâzene: Karşılaştırma-bedbaht: Bahtsız, mutsuz, kötü, fenâ-muntazır: Bekleyen-revnaktar: Süs, parlaklık, göz alıcılık, güzellik-havf: Korku-mahbub: Sevimli, sevilen-vahşet: Korku ve ürküntü, vahşîlik, ıssızlık, yabanilik-me'yusiyet: Ümitsizlik-ünsiyet: Alışkanlık, dostluk, ahbaplık-iştiyak: Şevklilik-telezzüz: Lezzetlenmek, tat ve zevk almak-Mihmandâr-ı Kerîm: Dünya misafirhânesinde kullarına yardım edip rızıklandıran büyüklük sahibi Cenab-ı Hak-tâcil: hızlandırma, çabuklaştırma-intizar: Gözleme, ümit ederek bekleme.
ON BİRİNCİ CİNAYET: Ben vilâyât-ı şarkiyede aşiretlerin hal-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrâsı ulema ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ulemâ-i din, fünun ile ünsiyet peyda etsin.
Zira, o vilâyatta yarı-bedevî vatandaşların zimâm-ı ihtiyarı, ulema elindedir. Ve o saik ile Dersaadete geldim. Saadet tevehhümü ile o vakitte—şimdi münkasim olmuş, şiddetlenmiş olan—istibdatlar, merhum Sultan-ı mahlûa isnad edildiği halde, onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli Sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim.
Şimdiki sivrisinekler beni cebirle değil, muhabbetle kendilerine müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir burada memleketimin neşr-i maarifi için çalışıyorum. İstanbul’un ekserisi bunu bilir.
Ben ki bir hamalın oğluyum. Bu kadar dünya bana müyesser iken kendi nefsimi hamal oğulluğundan ve fakr-ı halden çıkarmadım. Ve dünya ile kökleşemediğim ve en sevdiğim mevki olan vilâyât-ı şarkıyenin yüksek dağlarını terk etmekle millet için tımarhaneye, tevkifhaneye ve Meşrutiyet zamanında işkenceli hapishaneye düşmeme sebebiyet veren öyle umurlara teşebbüs etmekle büyük bir cinayet eyledim ki, bu dehşetli mahkemeye girdim.
Lügatçe;
fünun-u cedide-i medeniye: medeniyetin yeni fenleri, bilimleri-gayr-ı müteaffin: kokuşmamış-mecrâ: kanal, yol-zimâm-ı ihtiyar: seçim ve tercih ipi, bağı-saik: sebep-Dersaadet: saadet kapısı; İstanbul-münkasim: bölünmüş olan, kısımlara ayrılmış-Sultan-ı mahlû: tahtından indirilmiş Sultan; İkinci Abdülhamid-neşr-i maarif: ilmi ve bilgiyi yayma-müyesser: kolay, kolaylaştırılmış.