MAVERA-Sufi Muhabbet Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Adem Kılıç
Alan:   Grup:MAVERA-Sufi Muhabbet
Tarih: 18.04.2013 23:28
Konu: Yn: Yn: [mavera-sufi-muh..]

Ey insan!
İnsan isen, şu güzel işlere tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dalâleti karıştırma;
çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma.
Bediüzzaman
Allahım, Göklerde dönen hiçbir yıldız ve hareket eden hiçbir seyyare, cevv-i semâda hiçbir tesbih edici bulut ve şimşek ve gök gürültüsü, yeryüzünü dolduran hayvanattan ve acaib-i masnuattan hiçbir fert, denizlerde hiçbir katre, balıklarından ve garaib-i mahlûkatından hiçbirisi, dağlarda hiçbir taş, hiçbir nebat ve iddihar edilmiş madeniyattan hiçbirisi, ağaçlarda hiçbir yaprak ve hiçbir müzeyyen çiçek ve meyve, hayvanatın cisimlerinde âlât ve muntazam cihazattan hiçbirisi, kalblerde hiçbir hatırat ve ilhamat ve münevver itikadat yoktur ki, külliyen Senin vücub-u vücuduna ve vahdâniyetine şahitler olmasın.
“Yedi gök ve yer ile bunlarda olan kim varsa Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin. Lâkin siz onların tesbihini anlamıyorsunuz. O ise hilim sahibidir ve çok bağışlayıcıdır.” (İsra suresi; 17/44 meali)
Ayet-i kerime, bütün âlemlerin, içindeki herşeyle birlikte Allah'ı tesbih ettiğini haber verirken, dikkat çekici bir şekilde, 'bunlarda ne varsa' değil de, 'kim varsa' deyimini kullanıyor. Bizim cansız ve bilinçsiz şeyler olarak gördüğümüz varlıklardan, canlı ve şuur sahibi varlıklar olarak söz ediyor.
('Allah Teâlâ ki, Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O Hayy'dır; ezelî ve ebedî hayat sahibidir. O Kayyûm'dur; varlığı için hiçbir sebebe ihtiyacı olmadığı gibi, herşey Onun yaratmasıyla ve tedbîriyle vücud bulur, devam eder ve vücudda kalır, bekâ bulur' Bakara Sûresi: 255.) ('Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslâm dinidir' Al-i İmrân Sûresi: 19.)
Şu dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini; ve eğer Din-i Hak olmazsa, dünya bir zindan olması ve dinsiz insan, en bedbaht mahlûk olduğunu; ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümâttan kurtaran (Ey her şeyin sahibi, mâliki ve idarecisi olan Allah!) ve ('Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur.' Saffât Sûresi: 35; Muhammed Sûresi: 19) olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
Eski zamanda, iki kardeş, uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Git gide, tâ yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular:
'Hangi yol iyidir? '
O dahi onlara dedi ki:
'Sağ yolda, kanun ve nizâma tebâiyet mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise, serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekâvet vardır. Şimdi intihabdaki ihtiyar sizdedir.'
Bunu dinledikten sonra güzel huylu kardeş sağ yola ('Allah'a tevekkül ettim' Hûd Sûresi: 56) deyip gitti. Ve nizam ve intizama tebâiyeti kabul etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zâhiren hafif, mânen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takip ediyoruz:
İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide, tâ hâlî bir sahrâya girdi. Birden müthiş bir sadâ işitti. Baktı ki, dehşetli bir aslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı. Tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp, elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki, aslan nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki, dehşetli bir ejderha içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına takarrüb etmiş. Ağzı, kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki, ısırıcı, muzır haşerât etrafını almışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki, bir incir ağacıdır. Fakat hârika olarak, muhtelif, çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar başında yemişler var.
İşte, şu adam, sû-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki, bu âdi bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acîb işler içinde garip esrar var. Ve pek büyük bir işlettirici var olduğunu intikal etmedi. Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı, şu elîm vaziyetten gizli feryat ve figân ettikleri halde; nefs-i emmâresi, güyâ birşey yokmuş gibi tecâhül edip, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi o ağacın meyvelerini yemeye başladı. Halbuki, o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi.
Bir hadîs-i kudsîde Cenâb-ı Hak buyurmuş: Yani, 'Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muâmele ederim.' İşte bu bedbaht adam, sû-i zan ile ve akılsızlığı ile, gördüğünü âdi ve ayn-ı hakikat telâkkî etti. Ve öyle de muâmele gördü. Ve görüyor. Ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azab çekiyor. Biz de, şu meş'umu, bu azabda bırakıp döneceğiz. Tâ öteki kardeşin halini anlayacağız.
Lügatçe;
tılsım: Herkesin bilip çözemediği gizli sır-zulümât: karanlıklar-tebâiyet: uyma, tabi olma-intihab: seçme-ihtiyar: irade, tercih-hâlî: boş, ıssız-arşın: yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi-takarrüb: Yaklaşmak-sû-i fehm: Kötü anlayış-esrar: Gizli sırlar-tecâhül: Bilmezlikten gelme, bilmiyor görünme-âdi: Basit, sıradan-ayn-ı hakikat: Gerçeğin ta kendisi-meş'um: Kötü. Uğursuz.
DOKUZUNCU CİNAYET: Mart’ın otuz birinci günündeki dehşetli hareketi, iki-üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddid metalibi işittim. Fakat yedi renk sür’atle çevrilse yalnız beyaz göründüğü gibi, o ayrı ayrı matlaplardaki fesadâtı binden bire indiren ve avâmı anarşilikten kurtaran ve efrad elinde kalan umum siyaseti mu’cize gibi muhafaza eden lâfz-ı şeriat yalnız göründü. Anladım iş fena, itaat muhtell, nasihat tesirsizdir. Yoksa, her vakit gibi yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat avâm çok; bizim hemşehriler gafil ve safdil; ben de şöhret-i kâzibe ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim. Bakırköyüne gittim. Tâ beni tanıyanlar karışmasınlar. Rastgelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre miktar dahlim olsaydı, zaten elbisem beni ilân ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu. Bu işte pek büyük görünecektim. Belki, Ayastafanos’a kadar tek başıma olsun, Hareket Ordusuna mukabele ederek ispat-ı vücud edecektim. Merdane ölecektim. O vakit dahlim bedîhî olurdu, tahkike lüzum kalmazdı.

İkinci günde bir ukde-i hayatımız olan itaat-i askeriyeden sual ettim: Dediler ki: “Askerlerin zabitleri asker kıyafetine girmiş. İtaat çok bozulmamış.” Tekrar sual ettim: Kaç zabit vurulmuş? Beni aldattılar, dediler: “Yalnız dört tane. Onlar da müstebid imişler. Hem şeriatın âdab ve hududu icra olunacak.”

Bir de gazetelere baktım; onlar da o kıyamı meşru gibi tasvir ediyorlardı. Ben de bir cihette sevindim. Zira, en mukaddes maksadım, şeriatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir. Fakat itaat-i askeriyeye halel geldiğinden, nihayet derecede meyus ve müteessir oldum. Ve umum gazetelerle askere hitaben neşrettim ki:

“Ey askerler! Zabitleriniz bir günah ile nefislerine zulmediyorlarsa, siz o itaatsizlikle otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin haklarına bir nevi zulmediyorsunuz. Zira, umum İslâm ve Osmanlıların haysiyet, saadet ve bayrak-ı tevhidi, bu zamanda bir cihette sizin itaatinizle kaimdir.

Hem de şeriat istiyorsunuz; fakat itaatsizlikle şeriata muhalefet ediyorsunuz. ”

Ben onların hareketini ve şecaatlarını okşadım. Zira efkâr-ı umumiyenin yalancı tercümanı olan gazeteler, nazarımıza hareketlerini meşru göstermişlerdi. Ben de takdirle beraber nasihatimi bir derece tesir ettirdim. İsyanı bir derece bastırdım. Yoksa böyle âsân olmazdı.

Ben ki, bilfiil tımarhaneyi ziyaret etmiş bir adamım. “Neme lâzım, böyle işleri akıllılar düşünsün” demediğimden cinayet ettim.

Lügatçe;
Müteaddid: bir çok, çeşitli-metalib: istekler, arzular-matlap: istek-fesadât: bozukluklar, karışıklıklar-efrad: fertler-lâfz-ı şeriat: şeriat sözü, ifadesi-muhtell: nizamsız, intizamsuz, bozuk-şöhret-i kâzibe: yalancı şöhret-Ayastafanos: İstanbul'da Yeşilköy semtinin eski adı-ispat-ı vücud: kendi varlığını ispatlama-bedîhî: apaçık, aşikâr-ukde-i hayat: hayatın düğümü, bağı-müstebid: baskıcı, diktatör-hudud: yasaklar, men edilenler; İslâm Hukukunda Kur’ân ve Sünnet ışığında işlenen suçlar için belirlenen ve uygulanması zorunlu olan cezalar-bayrak-ı tevhid: birlik bayrağı-şecaat: yiğitlik, cesaret-efkâr-ı umumiye: kamuoyu, genelin fikir ve düşünceleri-âsân: kolay.