Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Haşir meydanı da bir harmandır;
kâinatın başak ve semeresi olan beniademi intizar etmektedir.
Bediüzzaman
İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır...
Cenâb-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil.
Bediüzzaman
Hiss-i havf: Korku duygusu
Hıfz-ı hayat: Hayatı koruma
Tahrip: Yıkma, bozma, harap etme
Suâl: Nedir?
Elcevap: Emâneti sahib-i hakikisine satmak. İşte o satışta, beş derece, kâr içinde kâr var.
Birinci kâr: Fânî mal bekâ bulur. Çünkü Kayyûm-u Bâkî olan Zât-ı Zülcelâle verilen ve Onun yolunda sarf edilen şu ömr-ü zâil, bâkîye inkılâb eder. Bâkî meyveler verir. O vakit, ömür dakikaları, âdetâ tohumlar, çekirdekler hükmünde, zâhiren fenâ bulur, çürür. Fakat, âlem-i bekâda saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler. Ve âlem-i berzahta ziyâdar, mûnis birer manzara olurlar.
İkinci kâr: Cennet gibi bir fiat veriliyor.
Lügatçe;
sahib-i hakiki: Her şeyin gerçek sahibi olan Allah-bekâ: devamlılık, sonsuzluk-Kayyûm-u Bâkî: Varlığı ve diriliği her an için olup, gökleri, yerleri her an için tutan, dâimî herşeye her hususta iktidarı olan Allah-ömr-ü zâil:Geçici, kaybolan, yok olup giden ömür-fenâ: Yokluk, yok olma-âlem-i bekâ: Sonsuzluk âlemi, ahiret alemi-âlem-i berzah: Ruhların Kıyâmete kadar bekledikleri âlem-ziyâdar: Işıklı, parlak-mûnis: sevimli, dost, itaatkâr.
Onlar, şu iltifatı ve fermanı dinledikten sonra, o iki adamdan aklı başında olanı dedi:
'Başüstüne, ben maaliftihar satarım. Hem, bin teşekkür ederim.'
Diğeri mağrur, nefsi firavunlaşmış, hodbîn, ayyaş; güyâ ebedî o çiftlikte kalacak gibi, dünya zelzelelerinden, dağdağalarından haberi yok. Dedi:
'Yok, padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam.'
Biraz zaman sonra, birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes haline gıpta ederdi. Padişahın lütfuna mazhar olmuş, has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri öyle bir hale giriftâr olmuş ki; hem herkes ona acıyor, hem de 'Müstehak! ' diyor. Çünkü hatâsının neticesi olarak hem saadeti ve mülkü gitmiş, hem ceza ve azab çekiyor.
İşte, ey nefs-i pürheves! Şu misâlin dürbünü ile hakikatin yüzüne bak:
Ammâ, o padişah ise, ezel ebed sultanı olan Rabbin, Hâlıkındır.
Ve o çiftlikler, makineler, âletler, mîzanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki mâmelekin ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zâhirî ve bâtınî hasselerindir.
Ve o yâver-i ekrem ise, Resûl-i Kerîmdir.
Ve o ferman-ı ahkem ise, Kur'ân-ı Hakîmdir ki, bahsinde bulunduğumuz ticaret-i azîmeyi şu âyetle ilân ediyor:
('Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek sûretiyle satın almıştır' Tevbe Sûresi: 111.)
Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki; durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: 'Mâdem herşey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak. Acaba bâkîye tebdil edip, ibkâ etmek çaresi yok mu? ' deyip düşünürken, birden semâvî sadâ-i Kur'ân işitiliyor.
Der: 'Evet, var. Hem, beş mertebe kârlı bir sûrette güzel ve rahat bir çaresi var.'
Lügatçe;
maaliftihar: İftiharla, iftihar duyarak, övünerek-hodbîn: Enâniyetli, bencil, kibirli-nefs-i pürheves: İstek ve arzularla dolu nefis-mâmelek: Sahip olunan şeyler, mülk-zâhirî: Görünen-bâtınî: Görünmeyen, manevi-hasse: Duygu organı-ferman-ı ahkem: Hâkimler hâkiminin fermânı, Kur'an- Kerim-ticaret-i azîme: Çok kâr edilen büyük ticaret-tebdil: Değiştirme-ibkâ: Bâkileştirmek. Devamlı etmek.
('Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek sûretiyle satın almıştır' Tevbe Sûresi: 111.)
Nefis ve malını Cenâb-ı Hakka satmak ve Ona abd olmak ve asker olmak ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciği dinle:
Bir zaman, bir padişah, raiyyetinden iki adama, herbirisine emâneten birer çiftlik verir ki; içinde fabrika, makine, at, silâh gibi herşey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan, hiçbir şey kararında kalmaz. Ya mahvolur veya tebeddül eder, gider.
Padişah, o iki nefere, kemâl-i merhametinden bir yâver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu:
'Elinizde olan emânetimi bana satınız. Tâ sizin için muhâfaza edeyim. Beyhûde zâyi olmasın. Hem, muharebe bittikten sonra size daha güzel bir sûrette iâde edeceğim. Hem, güyâ o emânet, malınızdır; pek büyük bir fiat size vereceğim. Hem, o makine ve fabrikadaki âletler, benim nâmımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek; hem fiatı, hem ücretleri birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de, siz âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını tedârik edemezsiniz. Bütün masârifâtı ve levâzımâtı ben deruhte ederim. Bütün vâridâtı ve menfaati size vereceğim. Hem de terhisât zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte, beş mertebe, kâr içinde kâr.
Eğer bana satmazsanız; zâten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhâfaza edemiyor; herkes gibi elinizden çıkacaktır. Hem beyhûde gidecek, hem o yüksek fiyattan mahrum kalacaksınız. Hem o nâzik kıymettar âletler, mîzanlar, istimâl edilecek şâhâne mâdenler ve işler bulmadığından, bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve muhâfaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem, emânette hıyânet cezasını göreceksiniz. İşte beş derece hasâret içinde hasâret.
Hem de bana satmak ise, bana asker olup, benim nâmımla tasarruf etmek demektir. Adi bir esir ve başıbozuğa bedel, âlî bir padişahın has, serbest bir yâver-i askeri olursunuz.'
Lügatçe;
raiyyet: Birisinin idâresine bağlı olanlar; halk, millet, vatandaş-tebeddül: değişme-yâver-i ekrem: en makbul ve cömert memur-masârifât: Masraflar, giderler-levâzımât: Lâzım olan şeyler-deruhte: Yapma, yerine getirme, üzerine alma-vâridât: Gelirler-istimâl: Kullanma-hasâret: zarar-yâver-i asker: Yüksek rütbeli askerî memur..
ÜÇÜNCÜ CİNAYET: İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi, hamal ve gafil ve safdil olduklarından, bazı particiler onları iğfal ile vilâyât-ı şarkiyeyi lekedar etmelerinden korktum. Ve hamalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlayacakları suretle meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu mealde:
İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz.
İşte o hamalların, Avusturya’ya karşı, benim gibi bütün Avrupa’ya karşı boykotları ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda âkılâne hareketlerinde bu nasihatin tesiri olmuştur. Padişaha karşı irtibatlarını tâdil etmeye ve boykotajlarla Avrupa’ya karşı harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiğimden, demek cinayet ettim ki, bu belâya düştüm.
Lügatçe;
iğfal: kandırma, aldatma-vilâyât-ı şarkiye: Doğu illeri-zaruret: yoksulluk; maddi yönden geri kalmışlık-ihtilâf: anlaşmazlık, uyuşmazlık-teyakkuz: uyanıklık-hikmet-i hükûmet: yönetim ilmi; idare ve yönetimin var olmasının sır ve gayesi-müşevveş: karışık, düzensiz-harb-i iktisadî: ekonomik savaş.
DÖRDÜNCÜ CİNAYET: Avrupa, bizdeki cehalet ve taassub müsaadesiyle, şeriatı—hâşâ ve kellâ—istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzib etmek için, Meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder diye, ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camiinde meb’usana hitaben feryad ettim. Ve söyledim ki:
Meşrutiyeti, meşruiyet ünvanı ile telâkki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrad ve avâm-ı nas kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki namaz sahih ola. Zira, hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dâvâ ettim. Ben ki, bir âdi talebeyim. Ulemaya farz olan bir vazifeyi omuzuma aldım. Demek cinayet ettim ki bu tokadı yedim.
Lügatçe;
taassub: aşırı derecede, körü körüne bağlılık-tekzib: yalanlama-meb’usan: mebuslar, milletvekilleri-meşruiyet: şeriata uygun bulunma-telâkki: anlama, kabul etme-telkin: fikir aşılama, fikren yönlendirme-ağraz: kinler, garazlar, kötü maksatlar-âdâb-ı şeriat: Allah tarafından bildirilen hükümlerin koyduğu edep ve kurallar-takyid: sınırlama, kayıt altına alma-sefih: yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün olma, zararını ve yararını ayırt edemeyen-hakaik-i meşrutiyet: meşrutiyetin hakikat ve esasları-sarahaten: açıkça-zımnen: açık mananın altındaki gizli mana-istihrac: hüküm çıkarma.
BEŞİNCİ CİNAYET: Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyatla ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumiyeyi perişan ettiler. Ben de gazetelerle onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki:
Ey gazeteciler! Edipler edepli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyâs-ı fâsidle, yani taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira, elifba okumayan çocuğa felsefe-i tabiiye dersi verilmez. Ve erkeğe tiyatrocu karı libası yakışmaz. Ve Avrupa’nın hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz. Akvâmın ihtilâfı, mekânların ve aktârın tehâlüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez. Demek Fransız büyük ihtilâli, bize tamamen hareket düsturu olamaz. Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve muktezâ-yı hali düşünmemekten çıkar.
Ben ki ümmî bir köylüyüm; böyle cerbezeli ve muğalâtalı ve ağrazlı muharrirlere nasihat ettim. Demek cinayet işledim.
Lügatçe;
kıyas-ı fâsid: şartlarına uygun olmadan yapılan bozuk, geçersiz kıyas-müteeddib: edeplenme, terbiye almış olma, görgü kurllarına uygun davranma-kalb-i umumî-i müşterek-i millet: halkın ortak, kültür ve düşünceyi barındıran kalbi, gönlü-bîtarafane: tarafsız bir şekilde-fikr-i intikam: intikam düşüncesi-felsefe-i tabiiye: tabiatçılık felsefesi-Akvâm: kavimler, milletler-aktâr: bölgeler-tehâlüf: farklılık, ayrılık-tatbik-i nazariyat: nazariyelerin, teorilerin uygulanması-muktezâ-yı hal: hâlin, durumun gerektirdiği şey.