Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Ey nefis! Bil ki;
dünkü gün senin elinden çıktı; yarın ise, senin elinde senet yok ki, ona mâliksin.
Öyle ise, hakiki ömrünü bulunduğun gün bil.
Lâakal, günün bir saatini ihtiyat akçesi gibi, hakiki istikbâl için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan
bir mescide veya bir seccâdeye at.
Bediüzzaman
ŞERİAT-I GARRÂ, kelâm-ı ezelîden geldiğinden, ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinad iledir. O hablülmetine temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad iledir. Zira, Sâni-i Âleme hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir. Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ile muvazzaftır.
Ey evliya-i umûr! Tevfik isterseniz, kavânin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız. Zira, mâruf umum enbiyanın memâlik-i İslâmiye ve Osmaniyeden zuhuru, kader-i İlâhînin bir işaret ve remzidir ki; bu memleket insanlarının makine-i tekemmülâtının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri ziya-yı İslâmiyet ile neşvünema bulacaktır.
Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesâil-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faidesi görüldü?
Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir. Bizim cemaatimizin meşrebi, muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani, beyne’l-İslâm muhabbete imdat; ve husumet askerini bozmaktır.
Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye ile tahallûk ve sünnet-i Peygamberîyi ihyâ etmektir. Ve rehberimiz şeriat-ı garrâ ve kılıcımız da berahin-i kàtıa ve maksadımız i’lâ-yı kelimetullahtır.
Bediüzzaman
Lügatçe;
ŞERİAT-I GARRÂ: büyük, parlak ve nurlu şeriat, İslâmiyet-kelâm-ı ezelî: Allah’ın ezelî kelâmı, Kur’ân-ı Kerim-istibdad-ı rezile: aşağılık baskı ve zulüm-hablülmetin: sağlam ip; İslâmiyet, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-temessük: sarılma, tutunma, yapışma-istimdad: medet ve yardım isteme-Sâni-i Âlem: bütün varlık âlemini san’atlı ve mükemmel bir şekilde yaratan Allah-âlem-i asgar: küçük âlem-cihad-ı ekber: en büyük cihat; nefis ile mücadele-tahallûk: ahlâklanma-evliya-i umûr: işlerin tedbirini yapan kimseler; yöneticiler, yönetimde bulunanlar-Tevfik: muvaffakiyet, başarı-tevfik-i hareket: uygun hareket-kavânin-i âdetullah: kâinatta işleyen İlâhî kânunlar, yaratılış kânunları-cevab-ı red: red cevabı, reddedilme-mâruf: bilinen-memâlik-i İslâmiye ve Osmaniye: Müslüman ve Osmanlı toprakları, memleketleri-makine-i tekemmülât:
gelişme ve ilerleme makinesi, aracı-neşvünema: büyüme ve gelişme-mesâil-i şeriat: şeriat meseleleri-zaaf-ı diyanet: dini yönden zayıf olma-meşreb: hareket tarzı, metot-beyne’l-İslâm: Müslümanlar arasında-berahin-i kàtıa:
kat’i burhanlar; güçlü ve sarsılmaz kesin deliller-i’lâ-yı kelimetullah: Allah’ın kelâmını, Kur’ân ve iman hakikatlerini yüceltme, bildirme ve duyurma,
('Namaz dinin direğidir' Hadîs-i şerif)
Namaz ne kadar kıymettar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır, hem namazsız adam ne kadar divâne ve zararlı olduğunu iki kere iki dört eder derecesinde kat'î anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, gör:
Bir zaman, bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, herbirisine yirmi dört altın verip, iki ay uzaklıkta, has ve güzel bir çiftliğine ikâmet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki:
'Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bâzı şeyleri mübâyaa ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır; hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyâre bulunur. Sermâyeye göre binilir.'
İki hizmetkâr ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi ki, istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat, o masraf içinde, efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki, sermâyesi birden bine çıkar. Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan, istasyona kadar yirmi üç altınını sarf eder. Kumara mumara verip zâyi eder. Birtek altını kalır. Arkadaşı ona der:
'Yahu, şu liranı bir bilete ver. Tâ, bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerîmdir; belki merhamet eder, ettiğin kusuru affeder. Seni de tayyâreye bindirirler. Bir günde mahall-i ikâmetimize gideriz. Yoksa, iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun.'
Acaba, şu adam inad edip, o tek lirasını bir defîne anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip, muvakkat bir lezzet için sefâhete sarf etse; gayet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu en akılsız adam dahi anlamaz mı?
Lügatçe;
hâkim: Hükmeden, hâkimiyet sahibi-mübâyaa: Satın alma-muvakkat: Geçici; kısa bir zaman, vakitli, fâni.
Marangoz | Yaşanmış Bir Öykü
YILLARIN marangozuydu. Saçlarını o küçük atölyesinde ağartmıştı. Eskisi kadar işi yoktu artık. Fabrika mamulü eşyalar piyasayı istila etmişti. El işi özel imalat meraklıları dışında kimse gelmiyordu dükkânına. Hani neredeyse birer sanat eseri olan masalar, sehpalar, kitaplıklar yapar, geçimini bununla sağlardı. En iyi tahtaları kullanır, görülmedik bir özenle çalışırdı.
Tahta mı gerekiyor, keresteciye mutlaka kendisi gider; ceviz, gürgen, çam cinsinden en iyi tahtaları bizzat seçip alırdı. Üzerlerinden en az bir yıl geçmedikçe bu tahtaları asla kullanmaz, kurumalarını beklerdi. Bu yüzden de yaptığı eserlerinde en küçük bir ayrılma, eğilme, bükülme olmazdı. İmal ederken pek az çivi kullanırdı, 'Demir çivi eşyanın ömrünü kısaltır' derdi.
İşinde gayet titizdi. Az konuşur, sorulan sorulara kısa cevaplar verir, ücret konusunda hiç pazarlık etmezdi. Tanıyanlar bilirlerdi bu huyunu, tanımayan müşteri gelir de fiyata itiraz ederse, sözü uzatmaz, 'Ben hakkımdan fazlasını istemem' der, pahalı geliyorsa başka bir marangoza gitmesini söylerdi. Sinirliydi biraz, bu huyunu bilir, kimseyle tartışmamaya çalışırdı.
Sabah namazından beri çalışıyordu. Bir hayli yorulmuştu. Sipariş edilen bir masayı daha bitirdikten sonra, 'Bugünlük bu kadar yeter' deyip oturdu. Kurban bayramına üç gün kalmıştı, kurbanlık alması gerekiyordu. 'Bir bardak çay içeyim de ondan sonra giderim' dedi. Kendi kendine konuşurdu yalnız zamanlarında. Emektar aletleriyle sohbet ederdi bazen. Bunlar onun organları gibiydi.
İki dükkân ötedeki çay ocağına gitti, selam verip bir sandalyeye oturdu. Onun her zaman 'orta açık çay' içtiğini bilen garson, sormaya bile lüzum görmeden getirdi çayını. Şekeri karıştırırken, kendisi gibi emektar ustalardan biri olan arkadaşı kapıda belirdi. Sonra da gelip yanına oturdu. Tornacıydı adam. Son zamanlarda iyice yaşlanmış, işini göremez olmuştu. Dalgındı, hüznün resmi mürtesemdi yüzünde.
Söz kurbandan açıldı, konuştular bir iki satır.
'Biraz sonra gidip kurbanlık alacağım' dedi marangoz.
Tornacı dalgın gözlerle marangozun yüzüne bakıyordu. Söyleneni işitiyor ama anlamıyordu. Marangoz farkına vardı bunun:
'Canın sıkkın' dedi.
'Evet'
'Sebep? '
'Bir talebe var... Üniversitede okuyor.'
'Ne var bunda? '
'Önüm sıra yürürken birden yere yıkıldı çocuk.'
'Niye? '
'Kaldırdım hemen. Sebebini sordum. Önce söylemek istemedi. Israr ettim... Açlıktan başı dönmüş...'
'Kimi kimsesi yok mu peki? '
'Gurbet hali, bilirsin. Arkadaşları var gerçi. Bizim binanın bodrum katında kirada oturuyorlar. Hepsi memleketlerine gitmişler.'
'Bu niye gitmemiş? '
'Gidememiş. Para beklemiş ama gelmemiş parası. Ailesi fakirmiş anlaşılan, gönderememişler. Cebindeki üç beş kuruş da bitince aç kalmış. Kimselere söyleyememiş derdini.'
Marangoz şakaklarını ovdu bir süre. İri bir eli, nasırlı parmakları vardı. Âdetiydi, canı sıkıldı mı iyice bastırarak alnını, şakaklarını, göz çukurlarını ovardı. Tornacıyı ilk kez görüyormuş gibi bakarak sordu:
'Sen ne yaptın peki? '
'Ne yapacağım' dedi Tornacı, 'aldım eve götürdüm. Allah ne verdiyse beraber yedik. Lakin fazlasını yapamadım. Benim de meteliksiz zamanıma rast geldi. Kalktım buraya geldim, belki bir iş çıkar diye.'
'Çıktı mı peki? '
Tornacı 'Nerde o eski günler! ' dercesine elini sallayıp sustu. Önüne konan çayı karıştırmaya başladı. Şeker atmayı unutmuştu.
Marangoz da susuyordu. Bir yanda evde kurban bekleyen hanımı vardı, öte yanda parasızlıktan yere yıkılan bir garip talebe. Elini cebine attı, bütün parasını çıkarıp tornacıya uzattı:
'Götür ver! ? dedi, 'Söyle ona, memleketine gitsin.'
Tornacı hayretle baktı:
'Hepsini mi? '
'Hepsini.'
'Kurban alacaktın hani? '
'Allah kerim! ' dedi Marangoz, başka da bir şey söylemedi.
Uzunca sustular. Tornacı parayı cebine koyup gitti. Marangoz da atölyeyi kapatıp evin yolunu tuttu. Yürüyerek gitmek zorundaydı, son parasını da çaycıya vermişti çünkü.
Evde, 'Kurbanlık almadın mı Bey? ' diyen hanımına da Tornacıya verdiği cevabı verdi:
'Allah kerim! '
Kadın başka soru sormadı. Tanırdı kocasını. Sessizce sofra hazırlamaya başladı.
İkinci gün tekrar atölyesine gitti Marangoz. İş elbisesini giyip tezgâhının başına geçti. Çam ve tutkal kokuyordu atölye. Yıllardır bu kokuyla yaşamıştı. Bu koku elbisesine de siner, her nereye gitse onunla gelirdi. Eline planyayı aldı, işe başlayacaktı ki kapıda bir adam belirdi:
'Merhaba usta! '
'Merhaba! '
Adam eşikte duruyordu, arkası güneşe dönük olduğu için yüzü iyi seçilmiyordu. Marangoz tanıyamamıştı. Adam anladı durumu, bir iki adımda içeriye girdi.
'Beni tanıyamadın galiba.'
'Evet.'
'Üç ay kadar önce sana bir iş yaptırmıştım. Çalışma odam için masa, sehpa, kitaplık falan... Paranın bir kısmını vermiş bir kısmını sonraya bırakmıştım. Şimdi hatırladın mı? '
'Hatırlar gibi oldum. Gebzeliydin galiba.'
'Evet... Ya usta, kusura bakma, parayı geciktirdim. Bir türlü yolum düşmedi buralara. Sen de arayıp sormadın.'
Cebinden bir deste para çıkartıp uzattı Marangoza:
'Buyur. Bayram yaklaştı, lazım olur. Hakkını helal et.'
Marangoz parayı alıp tezgâhın üstüne koydu.
'Buyur bir çay iç' dedi.
'Sağ ol usta, başka zaman. Arabayı çalışır vaziyette bıraktım. Bana müsaade.'
Ustanın elini sıkıp gitti adam.
Marangoz parayı saydı.
Kurban bayramı için ayırıp da sonra Tornacıya verdiği paranın tam iki katıydı!
En küçük bir hayret ifadesi belirmedi yüzünde. Hafifçe gülümsedi ve 'Allah kerim! ' dedi.