Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Tıbb-ı Nebevî
'Ademoğlu tıka basa doldurduğu midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Mutlaka doldurması gerekiyorsa ¸üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de kendine ayırsın.' Hadis-i şerif meâli
Midenin toplam kapasitesi 1.000~1.500 mililitre kabul edilirse, hadislere göre bir öğünde alınması gereken yemek miktarı anatomik yapıya göre 333-500 mlt'dir. Kaba bir ölçümle mide hacmi büyük olan bir kişi yaklaşık 2,5 su bardağını geçmeyecek kadar yemek yemelidir. (Ekmek, yemek, çorba, meyve ve 1/3 su ilâve edilirse, içilen su ile birlikte 666-1.000 cc arasında bir miktar bir öğünde yenilecek miktardır.) Bu da, çapı 4-5 santimetre, uzunluğu 20-25 santimetre olan ve 'duedonum' denilen on iki parmak bağırsağının hacmine (700-1570 cm3) yaklaşık olarak eşittir. Efendimiz (asm) , 'Mü'min bir kimse bir bağırsağı doluncaya kadar yer, kâfir ise yedi bağırsağı doluncaya kadar yer' meâlindeki hadisiyle ideal miktarın azlığını ifade etmiştir. Sistem yaratılırken organlara esneme özelliği verilmiş ince bağırsağın orta kısmı (jejenum) 4 litre hacimde, fakat 10 litreye kadar esneme kapasitesinde yaratılmıştır. Bu yüzden, insan aşırı yese bile, Yaratıcı, kerem ve merhametiyle bağırsak sistemine bunu tolere edebilme istidadı vermiştir. Aşırı yemeyle organların devamlı gerildiği ve şişmanlık komplikasyonlarının ortaya çıktığı göz önüne alındığında, Efendimizin (asm) en ideal yeme ölçüsünü koyduğu görülür.
Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür.
Yani, celâline karşı, kavlen ve fiilen 'SübhanAllah' deyip takdîs etmek;
hem, kemâline karşı lâfzen ve amelen 'Allahu Ekber' deyip tâzim etmek;
hem, cemâline karşı kalben ve lisânen ve bedenen 'Elhamdulillah' deyip, şükretmektir.
Bediüzzaman
tesbih: Allah’ı her türlü noksan ve kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma
tâzim: Allah’ın sonsuz azamet ve büyüklüğünü dile getirme
celâl: haşmet, ihtişam, yücelik
kavlen: sözle
fiilen: fiil ve davranışla
Sübhanallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir” anlamında bir tesbih
takdis: Allah’ın her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce olduğunu ilân etme
kemâl: kusursuzluk, mükemmellik
lâfzen: sözlü olarak
amelen: davranışla
tâzim: Allah’ın sonsuz azamet ve büyüklüğünü dile getirme
Risale-i Nurlar için hazırlandığı dönem
Bu kanaati hasıl ettiği o zamanda, ulûm-u müsbete denilen bütün fenleri tetebbua başlayarak pek kısa bir zamanda tarih, coğrafya, riyaziyat, jeoloji, fizik, kimya, astronomi, felsefe gibi ilimlerin esaslarını elde etmiştir. Bu ilimleri bir hocadan ders alarak değil, yalnız kendi mütalâası sayesinde hakkıyla anlamıştır. Meselâ, bir coğrafya muallimini, mübahaseye girişmeden evvel, yirmi dört saat içerisinde eline geçirdiği bir coğrafya kitabını hıfzetmek suretiyle, ertesi gün Van Valisi merhum Tahir Paşanın konağında onu ilzam eder. Ve yine aynı surette bir muaraza neticesinde, beş gün zarfında kimya-yı gayr-ı uzvîyi elde ederek, kimya muallimiyle muarazaya girişir ve onu da ilzam eder. İşte pek genç yaşındaki mezkûr harikulâdeliklere ve bahr-i umman halinde bir ilme mâlikiyetine şahit olan ehl-i ilim, Molla Said’e “Bediüzzaman” lâkabını vermiştir. Bediüzzaman, Van’da bulunduğu müddet zarfında, o zamana kadar edindiği fikir ve mütalâalar ve ilmî ve dinî tedris usullerini görmekle ve zamanın ihtiyac-ı zarurîlerini nazar-ı itibara almakla kendisine mahsus bir usul-ü tedris icad eder. Bu da, hakaik-i diniyeyi asrın fehmine uygun en yeni izah ve beyan tarzlarıyla ispat etmek suretiyle talebelerini tenvir etmektir.
Molla Said, Van’da bulunduğu zamanlarda, bazı hususlarda o havalinin ulemasına muhalif bulunuyordu. (HAŞİYE) Bu hususlar şunlardır:
1. Kat’iyen hiç kimseden hediye olarak para almamak ve maaş bile kabul etmemek. Evet, hayatta hiçbir maddî mülkiyeti olmayıp, fakir ve kimsesiz ve daimî nefiy ve hapislerle çok sıkıntılı ve dehşetli musibetler içerisinde yaşadığı halde kimseden para ve mukabelesiz hediye almadığı, bilmüşahede görülmüştür.
2. Hiçbir âlimden sual sormamak. Yirmi sene zarfında, daima ancak sorulanlara cevap vermişti. Bu hususta kendileri derlerdi ki: “Ben ulemanın ilmini inkâr etmem; binaenaleyh kendilerinden sual sormak fazladır. Benim ilmimden şüphe edenler varsa sorsunlar, onlara cevap vereyim.”
3. Yanında bulunan talebelerini aynı kendisi gibi zekât ve hediye almaktan men etmek. Onları da yalnız rıza-yı İlâhî için çalıştırırdı. Hattâ çok zamanlar talebelerini kendi iaşe derdi.
4. Daima mücerred kalmak ve dünyada hiçbir şeyle alâka peyda etmemek. Bunun içindir ki, “Bütün malımı bir elimle kaldırıp götürebilmeliyim” demiştir. Bu halin sebebi sorulunca, “Bir zaman gelecek, herkes benim halime gıpta edecektir. Saniyen, mal ve servet bana lezzet vermiyor; dünyaya ancak bir misafirhane nazarıyla bakıyorum” derdi.
(HAŞİYE) : Aynı vaziyet, seksen senelik hayatında da devam etmiştir.
Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur
(.....) dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve an'anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb'uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler ki:
'Biz şimdi ulûm-u an'ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garplılaşmaya ve medeniyete muhtacız.'
Ben de cevaben dedim:
Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da; ekser enbiyanın Asya'da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve filozofların garpta gelmelerinin delâletiyle Asya'yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namıyla an'ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikine kat'iyen tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:
Ben Van'da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: 'Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun? ' dedim.
Dedi: 'Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.'
Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: 'Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.'
Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.
Ey sual soran meb'uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van'daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.
Lügatçe;
an'anat: gelenekler-tecerrüd etmek: soyutlanma, sıyrılma-meb'us: milletvekili-ulûm-u an'an: Gelenek hâline gelmiş, klasik ilimler-garplılaşma: Batılılaşma, Avrupalılaşma-hükema: Filozoflar, hakîmler, bilginler-terakki: Yükselme, ilerleme-an'ane-i İslâmiye: İslâmî gelenek-lâdinî: Din dışı, lâtinî-vilâyat-ı şarkiye: Doğu vilayetleri-aksülâmel: Tepki; reaksiyon.