Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin gözüyle Hz. Muhammed (s.a.v) efendimiz
Üstad Bediüzzaman her neyi ele almışsa onu en güzel ve en mükemmel bir şekilde izah etmiştir. Onu okuyup da hayran olmamak mümkün değil. Onun, Allah’ı, ruh ve melekleri, kitapları, özellikle Kur’an’ı, kaderi, öldükten sonra dirilişi, nübüvvet meselesini, özellikle Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizi anlatmasına doyamazsınız.
Yaklaşık 1184-1272 yılları arasında yaşayan Şeyh Sadi-i Şirazî çok iddialı bir söz söylemiş ve demiştir ki: “Mâna gülistanı açıldı açılalı hiçbir bülbül Sadî kadar güzel terennüm etmemiştir.” (1)
Bu sözün sahibi Sadî’nin doğru ve haklı olduğuna inanırım. Ama inandığım bir şey daha var. O da şudur: Eğer Sadî kendisinden 9 küsür asır sonra gelen Bediüzzaman Said Nursî’yi görse ve eserlerini okusaydı eminim aynı sözü Bediüzzaman için söyleyecek ve şöyle diyecekti: Osmanlı’dan sonra hiçbir bülbül Bedüzzaman gibi şakımadı, onun kadar hiç kimse gür sedalı olamadı, Hiç kimse kâinatı onun kadar güzel okuyamadı. Peygamber ve Kur’an hakkında onun kadar hiç kimse güzel söz söyleyemedi.”
Bediüzzaman, Peygamberimizin hayatını bir siyerin, bir İslam tarihinin anlattığı gibi anlatmaz. Fakat O, peygamberimizle ilgili öyle tahliller (ve analizler) ortaya koyar ki o analizlerde kullandığı kelimelerden Peygamber’in yaşadığı tarihi, hayat seyrini, verdiği mücadeleyi, takvasını, ahlakını, şemailini, ruhî ve fizikî gerilimini, Hak’la ve halkla ilişkilerdeki mükemmelliğini, çevre anlayışını ve çevreye getirdiği muhteşem düzenlemeleri çok rahat görmeniz mümkündür.
Bediüzzaman, Hz. Peygamberi anlatırken kullandığı her bir kelimesine adetâ İslam tarihini ve Peygamber’in hayatını yükler. Onun her bir kelimesi bir ekran ve bir penceredir. Oradan asr-ı saadeti âdeta görür ve seyredersiniz.
Onun her bir kelimesi, bir çekirdek gibidir. Açarsanız içinden meyvelerle yüklü bir ağaç çıkar. Veya filaşbellek gibidir. Bilgisayara takarsanız, onda bir çok kitabın yüklenmiş olduğuna şahit olursunuz.
Misal mi istersiniz? Buyurun:
19. sözün birinci reşhasında Peygamberimizi, kâinat kitabının Allah’ı anlatan “en büyük ayeti” (2) İlan eder. Bu ilanıyla Bediüzzaman şunu demek ister:
Kitap ve içindeki her bir cümle yazarını anlattığı gibi; kâinat kitabı ve onun içindeki her bir varlık da yazarını ve yaratanını anlatmaktadır. Tabii bunların içinde bir varlık, yani bir âyet var ki Onun gibi Allah’ı anlatan yok. O da, Hz. Muhammed (s.a.v) efendimizdir. Peygamberimiz, Allah Tealâ’yı sadece diliyle değil, haliyle ve ahlakıyla anlatmıştır. Peygamberimiz, Allah ahlakının bir yer yüzünde tezahürüdür. Yüce kitabımız Kur’an’ın da bir ayet-i kübrası=en büyük ayeti vardır. O da âyetü’l-kürsidir. Neden âyetü’l-Kürsî, âyetü’l-kübra olmuştur? Çünkü ayetü’l-kürsî, diğer ayetlere göre Allah’ı daha güzel, daha kapsamlı anlatmakta, birkaç satırla bütün özellik ve güzelliklerini ortaya koymaktadır.
Gelip geçen varlıklar içinde Allah’ı en iyi Peygamberimiz anladığından ve anlattığından dolayı o da kâinat kitabının ayetü’l-kübrası yani en büyük ayeti olmuştur.
Gördünüz mü efendim, Üstad’ın, “kitab-ı kebirin ayet-i kübrası” ifadesinden neler çıktı?
Aynı yerde Üstad, yer yüzünü, Peygamberimizin manevi şahsiyetine bir mescid, Mekke’yi bir mihrab, Medine’yi bir minber, Peygamberimizi, bütün müminlerin imamı ve bütün insanların hatibi, peygamberlerin reisi, evliyanın seyyidi gösterir. Medine minberinde irad ettiği hutbenin adı: “Hutbe-i Ezeliye” dir ki o da Kur’andır. Bu hutbenin müellifi Allah, müfessiri de Hz. Muhammed’dir (s.a.v) . Kur’an, ezelîdir, çünkü Ezel’den gelmiştir; ebedîdir, çünkü ebede gidecektir.
İkinci reşhada, yine içinden kitaplar çıkacak ve üzerinde saatlerce konuşabileceğimiz kelimeler görüyoruz. Üstad Bediüzzaman’a göre Sevgili Peygamberimiz, “Nurânî bürhanî tevhid” (3) yani Allah’ın birliğinin nurlu delilidir. Allah’ı inkâr etmek için bu delili karartmanız gerekmektedir. Bu delili karartamayacağınıza göre öyleyse Allah’ı inkâr etmek de mümkün olmayacaktır. Varlık âleminde hiçbir şey olmasa sadece Hz. Muhammed (s.a.v) kalsa, Allah’ın varlığına, birliğine, güzelliğine, mükemmelliğine delil olarak yeter. Güneş inkâr edilemediğine göre, güneşin sahibi ve sanatkârı hiç inkâr edilemez.
Güneş, Süleyman Çelebî’nin de dediği gibi Peygamber’in çevresinde dönen sadece bir pervane olabilir. Güneş bir lambadır. Yüce Allah da Peygamberini bir lamba olarak tanımlamıştır.(4) Güneşi gökte, Hz.Peygamber’i yerde aşkıyla tutuşturan Allah’tır. Yüce Allah kendisini yerdeki ve gökteki güneşlerle tanıtmak istiyor. Bu şahitleri susturmak ve bu lambaları söndürmek mümkün olabilir mi ki Allah da inkâr edilebilsin?
İşte Üstad Bediüzzaman’ın ifadeleri böylesine yüklü. Gördünüz mü efendim onun “Nûrânî bürha-ı tevhid” terkibinden neler çıktı?
Üstad Bediüzzaman diyor ki:
Onun Şeriatını:
1-Nebiler ve veliler,
2-Tevrat ve İncil gibi semavî kitaplar,
3-Dünyaya geldiği gün meydana gelen harikulade olaylar (irhasat) ,
4-Görünmeyen varlıkların, (hatiflerin) ve kâhinlerin ihbarları,
5-Ayın ikiye bölünmesi gibi mucizeleri tasdik etmektedir.
6-Gayet kemaldeki övülmüş ahlakı, (şefkati, merhameti, vefakârlığı, fedakârlığı, Hilmi, sabrı, affı, tevazuu, adaleti, şecaati vs.) ,
7-Tam güveni ve tam güvenilirliği,
8-Fevkalade takvası,
9-Fevkalade kulluğu ve ibadeti,
10-Fevkalade ciddiyeti,
11-Fevkalade metaneti (Allah’tan başka hiçbir şeyden ve hiçbir kimseden korkmaması) … gibi yüksek seciyeleri de onun davasında son derece doğru olduğunu göstermektedir.
Yine 3. Reşhada: “Hüsn-ü sîret ve cemal-i sûret ile mümtaz bir Zât’ı görüyoruz.” (5) diyor. Yani içi güzel, dışı güzel Muhammed (s.a.v) demektir. Ben Peygamberimizin iç güzelliği ve dış güzelliğine misaller vermeye kalkarsam bir kitap, iki kitap, üç kitap meydana gelir.
Bunun açılımından şemail, ahlak ve siyer kitapları çıkmıştır. Veya onca kitap bu cümlenin izahıdır, diyebiliriz.
Bediüzzaman 4. Reşhada da nefis bir yoruma yer veriyor ve diyor ki:
Hz.Peygamber gelmeden önce kâinat bir matemhane idi. Varlıklar birbirinin düşmanı, cansız varlıklar birer cenaze, canlılar yokluk ve ayrılık sillesiyle ağlayan yetimlerdi. Peygamberimizin verdiği dersle matemhane olan kâinat, şevkli ve cezbeli bir zikirhaneye döndü. Varlıklar, hepsi bir Allah’ın eseri olduğu için birbirinin dostu ve kardeşi oldu. O sessiz, cansız varlıklar birer itaatkâr memur, o ölüm ve ayrılık korkusuyla ağlar görünen yetimler, birer zikreden zakir veya vazife paydosundan şükreden şâkir suretine dönüştü.
Üstad Bediüzzaman’a göre Peygamberimiz,
1-Ebedi saadetin müjdecisi,
2-Bir rahmeti sonsuzun kâşifi, göstericisi,
3-Allah’ın güzelliklerinin dellalı, seyircisi,
4-İlahî isimlerin hazinelerinin keşşafı ve ilancısıdır. (Bu maddelerin her biri bir makale konusudur.)
Kulluğu açısından ona bakıldığı zaman o, bir muhabbet misali, rahmet timsalidir. (Yani sevgi örneği, rahmet ve merhamet sembolüdür.) Peygamberliği açısından bakıldığında Hakk’ın delili, hakikat lambası, hidayet güneşi ve saadet vesilesidir. (6)
(Bu cümlelerde de koca bir İslam tarihi ve peygamber şemaili yatmaktadır.)
Yine der ki Üstad Bediüzzaman: “Hz. Muhammed (s.a.v) , güneş gibidir; Zât’ını, Zât’iyle ışıklandırarak gösterir.” (7)
Bu cümle lafzı itibariyle çok kısadır, ama manası itibariyle çok uzundur. İddiası ve isbatı içinde olan cümlelerden biridir. Cümle bedi’dir. Çünkü onu Bediüzzaman söylemiştir. Ve demek istemiştir ki: Güneşin güzelliğini göstermek için hiç başka ışığa ihtiyaç duyulur mu? Güneşin ışığı, kendisini göstermeye yeter.
Yukardaki sözü manası itibariyle destekleyen Bediüzzaman’ın bir bedi sözü de şudur: “Mucize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammed’dir. (s.a.v) ” (8)
Bu söz, Peygamber’den hak olduğuna dair mucize isteyen zavallılara bir cevap mahiyetinde söylenmiş bir sözdür. Bu cümle ile denilmek istenmiştir ki: Peygamberden mucize istemeye ne gerek vardı? Mucize karşınızda duruyor: Muhammed. (s.a.v)
Adı güzel, tadı güzel, yadı güzel Muhammed. (s.a.v)
Eli güzel, yolu güzel, dili güzel Muhammed. (s.a.v)
Sireti güzel, sûreti güzel, kalbi güzel, kalıbı güzel Muhammed. (s.a.v)
Halkı güzel, hulku güzel. Ahkâmı güzel, ahlakı güzel Muhammed. (s.a.v)
Şeriatı güzel, medeniyeti güzel Muhammed.(s.a.v)
Üstad Nursî’nin, bir makalenin boyutlarına sığmayacak derinlikte ve güzellikte bir cümlesi bu günkü yazımızın hitam-ı miski olsun. Buyurmuşlar ki:
'Evet,evet,evet! ...Eğer kainattan Risalet-i Muhammediye'nin (ASM) nuru çıksa, gitse kainat vefat edecek! ! ! Eğer Kur'an gitse, kainat divane olacak ve küre-i arz, kafasını, aklını kaybedecek. Belki,şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak,bir kıyameti koparacak.! ” (9)
Aman herkes dikkat etsin ve çok çalışsın. Kâinatımızdan Peygamberimizin nuru, dünyamızdan da Kur’an çekilip çıkmasın.
DİPNOTLAR:
1-Şirâzî, Sâdî, Bostan ve Gülistan, terc. Rifat Bilge, 2
2-Nursî, Said, Sözler (19.söz)
3-Aynı yer
4-Bkz Ahzab, 33 / 46
5-Nursî, aynı yer
6-Nursî, Said, Sözler, 19. Söz, 6. reşha
7-Nursî, M.Nuriye, (Rşhalar, 3.reşha) , 23
8-Nursî, Şuaat-ı Marifetü’n-Nebi (6.şua, zeyl) üç noktaya cevap 2
9-Nursî, Sözler, (10.söz, 2. Zeyl) 107
Şükrü Nasıl Anlıyoruz?
Gelin isterseniz büyükçe bir kâğıt koyalım masanın üstüne ve iç içe dört daire çizelim.
Birinci daire, çok büyük, koskocaman olsun. Buna kâinat dairesi, başka bir ifadeyle evren dairesi diyelim. Yani, gördüğümüz, duyduğumuz, bildiğimiz veya bilgimizin ermediği, her şeyin içinde bulunduğu daire...
Bu dairenin merkezine, tam ortasına 'hayat'ı koyalım, yerleştirelim.
Niye hayatı koyuyoruz? Çünkü hayat olmazsa hiçbir şey olmaz. Her şey hayata bağlı.
Kâinattan hayatı çıkarın, alın, geride hiçbir şey kalmaz, anlamsız bir varlık yığını kalır ortada...
Her varlık hayatla alâkalı, hayata hizmet ediyor, hayata lâzım olan şeyleri yetiştiriyor.
Yaldızlar, güneşler, dünya, dağlar, ırmaklar, denizler hepsi; bitki, hayvan ve insan gibi canlı varlıklar hayatın emrinde çalışıyor.
Yüce Allah kâinatı yaratmış, içinden de hayatı seçmiş, çıkarmış. Allah'ın bir ismi de 'Hayy'dir.
Hayat sahibidir, hayatı yaratmıştır, canlı varlıklara hayat vermiştir.
ikinci daire: Canlılar dairesi, merkezinde insan.
Canlılar dairesi başlı başına geniş bir âlem. Bitkiler, hayvanlar, gözle göremiyoruz, ama melekler ve cinler de canlılar sınıfının içindedir.
Bu geniş dairenin tam merkezinde insan yer alıyor.
Bütün canlılar insan için çalışıyor, insana hizmet ediyor, âdeta insanın ihtiyaçlarını karşılamak için yaratılmışlar.
Cenab-ı Hak da canlı varlıklar içinde insanı seçmiş, insanı tercih etmiş, Kendisine muhatap olarak insanı almış. Emirlerini ve isteklerini insana bildirmiş.
Kısaca söylemek gerekirse: Önce insan. Çünkü her şey insanın etrafında dönüyor.
Yani kâinat bize çalışıyor.
Üçüncü daire: İnsan dairesi, merkezinde rızık var.
İnsanlık âlemi çok geniş ve büyük bir daire. Bunun içine dünyanın' her tarafında yaşayan insanlar girer.
Afrikalısı, Asyalısı, Amerikalısı, Avrupalısı, bütün ülke insanları, bütün milletler; zencisi, beyazı, kızıl derilisi, Japonyalısı, Çinlisi hepsi, hepsi...
Cenab-ı Hak bu dairenin tam merkezine rızkı koymuş.
Rızık, başta yiyecek ve içecekler olmak üzere ihtiyacımız olan ve kullandığımız her şey...
Meselâ, sadece yiyecekleri göz önüne getirecek olsak, binlerce, on binlerce yiyecek, içecek çeşidi vardır.
İnsan olsun, hayvan olsun bütün canlı varlıklar rızkın peşinde koşuyor, rızkını temin etmek için uğraşıyor, rızkını elde etmek için çalışıyor, rızkı için çabalıyor.
Cenab-ı Hak insanı ve diğer canlıları rızka âdeta aşık etmiş. Diğer yandan neredeyse bütün kavgalar hatta savaşlar da rızık uğrunda yapılıyor.
İnsanı cezbeden, celbeden, kendine çeken, peşinde koşturan, çevresinde döndüren tek şey varsa o da rızıktır.
Bu daire dünya kadar geniş bir daire ve her canlı bu dairenin içinde yaşıyor.
Dördüncü daire: Rızık dairesi, merkezinde şükür vardır.
Cenab-ı Hak her şeyi rızkın etrafında toplamış. Rızık da bütün çeşitleriyle şükürle ayakta duruyor, şükürle varlığını devam ettiriyor.
Kaç Çeşit Şükür Vardır?
Rızka olan iştahımız bir şükürdür.
Karnımızın acıkması, susamamız, üşümemiz de şükür sebebidir.
Hatta yiyip içtiklerimizden aldığımız lezzet, duyduğumuz zevk bile bir çeşit şükürdür.
Bu çeşit şükrü her canlı yapıyor zaten.
Asıl şükür, bilinçli olarak yapılan şükürdür.
Bilinçli şükür nasıl olur, nasıl yapılması gerekir?
Şükrün birinci ve en başta gelen şekli:
Rızkı ve nimetleri vereni tanımak. Bütün rızıkların ve nimetlerin Allah'tan geldiğini bilmek.
Her şeyi O veriyor, O gönderiyor, O yaratıyor, istifade edeceğimiz hale, yararlanacağımız şekle O getiriyor.
Küçücük bir incir çekirdeğinden koca bir incir ağacını O çıkarıyor, mevsimi gelince de incirleri yiyeceğimiz hale O getiriyor. Bunun için gökten yağmuru gönderiyor suluyor, güneşi gönderiyor pişiriyor, rüzgârı gönderiyor yaşatıyor. Bize de sadece yemek düşüyor ve arkasından şükretmek kalıyor.
Nimetlerin verilişinde bir iltifat, bir güzelleme var. Yani verilen rızık ve nimetler çok latif ve zarif bir şekilde sunuluyor bize.
Bir şeftalinin oluşmasını düşünelim:
İlkbahar gelince ağaç pembe çiçeklerle donanıyor, arkasından etrafını yeşil yapraklar sarıyor, birkaç hafta sonra küçücük şeftali çağlası oluşuyor, birkaç hafta geçince şeftali yeşilden kırmızıya, sarıya doğru şekil alıyor, aradan çok fazla bir zaman geçmeden de dalların ucundan sulu sulu şeftaliler iştahımızı kabartıyor, ağzımızı sulandırıyor.
Şeftalinin ne güzel bir gelişi var değil mi?
İşte Rabbimizin şükretmemize çıkardığı bir davetiye...
Şükrün ikinci şekli:
Nimete hürmet etmek ve saygı göstermek.
Madem bütün nimetler Allah'tan geliyor, Ondan gelen her şey muhteremdir ve saygındır, değerlidir ve önemlidir.
Verilen nimetlerle önemli ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz, açlığımızı gideriyor, susuzluğumuzu dindiriyor, hayatımızı devam ettiriyoruz. Bunun için nimetlerin değerini, kıymetini bilmeli, nimetleri küçümsememeli, basit görmemeli, tahkir etmemeliyiz.
Meselâ nimetlerin başı olan ekmeğe gösterilen saygı bile tek başına bir şükür sayılır.
Bu anlayış da önemli bir şükür şeklidir.
Şükretmenin üçüncü çeşidi:
Nimetleri israf etmemek, saçıp savurmamak, dağıtıp dökmemek.
Bir tabak yemeğin yarısını tabakta bırakmak, bir dilim ekmeğin yarısını masada terk etmek, bir ayakkabıyı birkaç ay giydikten sonra atmak, musluğu sonuna kadar açıp suyun boşa akmasına yol açmak, kullanılmayan odada lâmbayı açık bırakmak, ama en önemlisi zamanımızı boş yere geçirmek, paramızı gereksiz yerlere harcamak hep birer israf örneği ve aynı zamanda şükürsüzlüktür.
Verilen nimetleri israf etmeden yerinde, zamanında ve akıllıca kullanmak, iktisat etmek, tutumlu olmak ve tasarruf yapmak başlı başına bir şükürdür. En çok ihmal ettiğimiz şükür de budur.
Günlük hayatımızda israfı önlediğimiz an rahat, huzur ve bereketi yakalarız.
Şükretmenin dördüncü bir şekli:
Verilen nimetlere kanaat etmek. Çünkü kanaat tükenmez bir hazinedir. Kanaat eden insan huzurlu olur. Allah'ın kendisine verdiği kadarına razı olur.
'Şuyum niye yok, buyum niye yok' diye açgözlülük göstermek, insanlara karşı yüzsuyu dökmek, el avuç açmak, elindekilerle yetinmesini bilmemek, hırs göstermek, dünyayı yutacak gibi başkalarının elinde-kilere göz dikmek çok yanlış bir davranıştır ve şükrümüzü unutturan bir yaklaşımdır.
Meselâ, karıncanın yiyeceği birkaç tane buğday veya arpadır. Elinden gelse binlerce taneyi toplar. Bu yüzden ayaklar altında ezilir. Ama balarısı öyle mi? O kanaat ettiğinden, başlar üzerinde uçar, yaptığı balı kendisi yemez, insanlara ikram eder.
El üstünde tutulmak, baş üstünde gezmek için balarısı gibi kanaatkar olmak gerekir. Böylece Allah'ın da sevdiği bir insan oluruz.
Şükretmenin son bir şekli:
Harama düşmemek. Allah'ın yememizi, içmemizi, kullanmamızı, almamızı yasak ettiği şeylerden uzak durmalı. Helali tercih etmeli, Allah'ın izin verdiği, müsaade ettiği, razı olduğu nimetlerden istifade etmeli.
Haram-helal demeyip rast geleni yemek, haram-helal tanımamak, harama-helale aldırmamak en büyük şükürsüzlüktür.