MAVERA-Sufi Muhabbet Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Adem Kılıç
Alan:   Grup:MAVERA-Sufi Muhabbet
Tarih: 20.02.2013 00:30
Konu: Yn: Yn: [mavera-sufi-muh..]

Ey tenbel nefsim!
Beş vakit namazı kılmak, yedi kebâiri terk etmek ne kadar az ve rahat ve hafiftir.
Neticesi ve meyvesi ve fâidesi ne kadar çok, mühim ve büyük olduğunu aklın varsa, bozulmamış ise anlarsın
Bediüzzaman
Yedi kebair: Katl, zina, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahim) , kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid'alara kalben taraftar olmaktır.
Ahirzaman fitneleri

İnsanlık tarihi bir bakıma İman-küfür mücadelesi tarihidir. Hazret-i Adem Aleyhisselam'dan itibaren bu mücadele devam edegelmiş. Bu hususu Bediüzzaman şöyle ifade ediyor:

'Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr, her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış iki şecere-i azîme hükmünde; biri silsile-i nübüvvet ve diyanet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmişse, yani silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişlerse, bütün hayır ve nur silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalâletler felsefe silsilesinin etrafına cem olmuştur.'

Evet, görüyoruz ki, Ehl-i felsefe tarihin hiçbir döneminde bu son asırlardaki kadar insanlık aleminde hakim olmamış. Her konuda olduğu gibi felsede de bu ahirzamanda en ileri ve en şiddetli bir ve yaygın bir şekil almıştır. Üstelik nefislere hitap ettiği için, hem bunu son teknoloji ile donattığı için, insanların büyük çoğunluğu nefis ve hevasına tabi olarak, isteyerek veya istemeyerek felsefe cerayanın tarafına geçmiştir. Daha açık bir ifade ile, meselâ bugün her sene değişen moda cerayanı için en az 20 endüstri kolu ve milyonlarca insan çalışmaktadır. Ta ki, nefislere en cazip şekliyle hitap etsin sunulsun. Bunun yanında; gazeteler, televizyonlar, radyolar, okullar, taa sokak afişlerine varana dek, yine milyonlarca insanın en son teknoloji ile bu cerayanı insanların beyinlerini yıkayarak kafalara yerleştiriyorlar. Buna insanın fıtratındaki, heva ve hevese meyil ve şeytanın yardımını da ekleyince, artık güneş gibi bir iman lazım ki dayanabilsin.
İşte Diyanet silsilesi, bu menfi ve bid'akârane cerayanlara karşı Âdem Aleyhisselamdan beri vahye dayalı iman hakikatleriyle durduğu gibi, Bediüzzamanın ifadesiyle son asrın hastalığı olan 'İman zaafiyeti'ne karşı ilaçları Kur'an eczanesinden tefsiri olan Risale-i Nurlar bulmuş, çıkarmış ve insanlığın hizmetine sunmuştur. Bu konuda Üstad şöyle demektedir:
'Eskide, fen ve ilim ile dalalete girip inad ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid inadçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalaletleriyle hakaik-i imaniyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi -bu dünyada onların temellerini parça parça edecek- bir hakikat-ı kudsiye lâzımdır ki; onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.
İşte Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükürler olsun ki; bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın bir mu'cize-i maneviyesi ve lemaatı bulunan Risale-i Nur pekçok müvazenelerle, en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur'an'ın elmas kılıncı ile kırıyor. Ve kâinat zerreleri adedince vahdaniyet-i İlahiyeye ve imanın hakikatlarına hüccetleri, delilleri gösteriyor ki; yirmibeş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlub olmayıp galebe etmiş.'
Evet, anlaşılacağı gibi bu asrın küfür ve küfranı dağıtan fen ve felsefesinden gelen dalelet cerayanına karşı ancak Risale-i Nur dayanabilir ve dayanmış. Küfrün çürük direklerini yıkarak, imanın güzelleiğini bütün cazibedarlığı ile ortaya koymuş. Bu güzelliğe karşı yüzbin şeytanlar, yüzbin iğfal ile çalışsalar insanlara o dünyada ve ahirette helâket kapısını açan felsefe cerayanına yönlendiremezler. İlla ki; ışığa ve nura düşman iblis gibi akıl kalp ve ruhu tamamen tefessüh etmiş ola.
İşte bu hakikatı ifade için Risale-i Nur şöyle bir soru sormakta ve cevabını da yine kur'an'dan ilhamen şöyle vermektedir.
Sual: Bütün kıymettar kitaplar içinde Risale-i Nur, Kur’ân’ın işaretine ve iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) takdir ve tahsinine ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) teveccüh ve tebşirine veçh-i ihtisası nedir? O iki zâtın kerametle Risale-i Nur’a bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermesinin hikmeti nedir?
Elcevap: Malûmdur ki, bazı vakit olur, bir dakika, bir saat; ve belki bir gün, belki seneler kadar; ve bir saat, bir sene, belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Meselâ, bir dakikada şehid olan bir adam, bir velâyet kazanır. Ve soğuğun şiddetinden incimad etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir.
İşte, aynen öyle de, Risale-i Nur’a verilen ehemmiyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (a.s.m.) ve şeâir-i Ahmediyeye (a.s.m.) ettiği tahribatın dehşetinden, hem bu âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiâze etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden mü’minlerin imanlarını kurtarması noktasından, Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesb etmiş ki; Kur’ân ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş. Ve Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) üç kerametle ona beşaret vermiş. Ve Gavs-ı Âzam (k.s.) kerametkârâne ondan haber verip tercümanını teşci etmiş.
Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan itikadın istinad kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan, her mü’min, tek başıyla dalâletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur, bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur’âniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli burhanlarla ispat ederek, o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirtleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde, hizmet-i imaniye itibarıyla âdetâ birer gizli kutup gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i mâneviye-i itikadları cesur birer zâbit gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip mü’minlere mânen mukavemet ve cesaret veriyorlar.
Kadîr-i Küll-i Şeyden başka bu işlere kim müdahale edebilir?
İşte, insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan, binler enva-ı hâcât ile bin bir esmâ-i İlâhiyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır; muzaaf iştiyak, muhabbettir; muzaaf muhabbet dahi, aşktır. Ruhun tekemmülâtına göre merâtib-i muhabbet, merâtib-i esmâya göre inkişaf eder. Bütün esmâya muhabbet dahi -çünkü, o esmâ Zât-ı Zülcelâlin ünvanları ve cilveleri olduğundan- muhabbet-i zâtiyeye döner. Şimdi, yalnız numûne olarak, bin bir esmâdan yalnız Adl ve Hakem ve Hak ve Rahîm isimlerinin binbir mertebelerinden bir mertebeyi beyân edeceğiz. Şöyle ki:
Hikmet ve adl içindeki Rahmânirrahîm ve Hak ismini âzamî bir dairede görmek istersen, şu temsile bak:
Nasıl ki, bir orduda dört yüz muhtelif tâifeler bulunduğunu farz ediyoruz ki, herbir tâife, beğendiği elbiseleri ayrı, hoşuna gittiği erzakı ayrı, rahatla istimâl edeceği silâhları ayrı ve mizâcına devâ olacak ilâçları ayrı oldukları halde, bütün o dört yüz tâife, ayrı ayrı, takım, bölük tefrik edilmeyerek, belki birbirine karışık olduğu halde, onları kemâl-i şefkat ve merhametinden ve hârikulâde iktidarından ve mu'cizâne ilim ve ihâtasından ve fevkalâde adâlet ve hikmetinden, misilsiz birtek padişah; onların hiçbirini şaşırmayarak, hiçbirini unutmayarak, bütün ayrı ayrı onlara lâyık elbise, erzak, ilâç ve silâhlarını muînsiz olarak bizzat kendisi verse, o zât, acaba ne kadar muktedir, müşfik, âdil, kerîm bir padişah olduğunu anlarsın. Çünkü, bir taburda on milletten efrad bulunsa, onları ayrı ayrı giydirmek ve teçhiz etmek çok müşkül olduğundan, bilmecburiye, ne cinsten olursa olsun, bir tarzda teçhiz edilir.
İşte öyle de, Cenâb-ı Hakkın adl ve hikmet içindeki ism-i Hak ve Rahmânirrahîmin cilvesini görmek istersen, bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadırları kurulmuş muhteşem dört yüz bin milletten mürekkeb nebâtât ve hayvanât ordusuna bak ki; bütün o milletler, o tâifeler, birbiri içinde oldukları halde, herbirinin libası ayrı, erzakı ayrı, silâhı ayrı, tarz-ı hayatı ayrı, tâlimâtı ayrı, terhisâtı ayrı oldukları halde ve o hâcâtlarını tedârik edecek iktidarları ve o metâlibi isteyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mîzan ve intizam ile, Hak ve Rahmân, Rezzâk ve Rahîm, Kerîm ünvanlarını seyret, gör; nasıl hiçbirini şaşırmayarak, unutmayarak, iltibas etmeyerek terbiye ve tedbîr ve idare eder.
İşte, böyle hayret verici muhît bir intizam ve mîzan ile yapılan bir işe, başkalarının parmakları karışabilir mi? Vâhid-i Ehad, Hakîm-i Mutlak, Kadîr-i Küll-i Şeyden başka bu san'ata, bu tedbîre, bu rubûbiyete, bu tedvîre hangi şey elini uzatabilir, hangi sebep müdâhale edebilir?
Lügatçe;
ulviye: Yüce bir değerde-fıtratı câmia: Yaratılış itibariyle Allah'ın bütün isimlerine ayna alabilecek kabiliyette oluş-enva-ı hâcât: çeşitli ihtiyaçlar-Muzaaf: katmerli, çoğalmış-iştiyak: Aşırı istek ve ihtiyaç duymak-tekemmülât: Olgunlaşmalar, gelişmeler-merâtib-i muhabbet: Sevginin dereceleri-merâtib-i esmâ: İsimlerin mertebe ve dereceleri, Cenab-ı Hakk'ın isimlerine ayna olmada dereceler-muhabbet-i zâtiye: Allah'ın Zatını sevmek-Adl: Her zaman adâletle hükmeden adâlet sahibi Allah (cc) -Hakem: Haklı ile haksızı ayıran ve her işi bir hikmete göre olan Cenab-ı Hak-Hak: Herşeyi hakkıyla yaratan, varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah-Rahîm: Sonsuz merhamet ve şefkat sahibi Allah-mu'cizâne: Mu`cizeli bir şekilde-ihâta: İçine alma; kapsamak; kuşatmak-muînsiz: Yardımcısız-nebâtât: Bitkiler-libas: Elbise-metâlib: Talepler, istekler.
Demek, bir mahkeme-i kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor
Evet, görüyoruz ki, alelekser, gaddar, facir zalimler lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki, masum, mütedeyyin, fakir mazlûmlar zahmetler, zilletler, tahkirler, tahakkümler altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kâinatın şehadetiyle, adalet ve hikmet-i İlâhiye zulümden pak ve münezzehtirler. Öyleyse, adalet-i İlâhiyenin tam mânâsıyla tecellî etmesi için haşre ve mahkeme-i kübraya lüzum vardır ki, biri cezasını, diğeri mükâfatını görsün.
İşârâtü'l-İ'câz
Hem, o celâl ve izzete uygun bir dâr-ı mücâzât olacaktır. Çünkü, ekseriyâ zâlim izzetinde, mazlûm zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor, tehir ediliyor; yoksa, bakılmıyor değil. Bâzan dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki, insan başıboş değil; bir celâl ve gayret sillesine her vakit mâruzdur.
İşârâtü'l-İ'câz
Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adâlet ve mîzanla Rubûbiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rubûbiyetin cenâh-ı himâyesine ilticâ eden ve hikmet ve adâlete imân ve ubûdiyetle tevfîk-ı hareket eden mü'minleri taltif etmesin ve o hikmet ve adâlete küfür ve tuğyan ile isyan eden edebsizleri te'dib etmesin? Halbuki, bu muvakkat dünyada, o hikmet, o adâlete lâyık binden biri insanda icrâ edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan, ehl-i hidâyetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor.
Sözler
Lügatçe;
facir: Günahkâr-haşr: ikinci diriliş, ahiret-mahkeme-i kübra: büyük mahkeme, haşir meydanında insanların hesaplarının görüldüğü mahkeme-dâr-ı mücâzât: Ceza ve mükâfat yeri; âhiret-Kurûn-u sâlife: Geçmiş asırlar-mütemerrid: Hakkı kabul etmeyen, direnen-Rubûbiyet: Cenâb-ı Hakkın her zaman, her yerde ve her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onu terbiye etmesi ve idâresi altında bulundurması vasfı-cenâh-ı himâye: Himâye tarafı, koruma kanadı-ubûdiyet: Kulluk-tevfîk-ı hareket: Birşeyin olmasına ve düzenin gereklerine uygun düşen hareket-te'dib: Edeplendirme, terbiye verme, cezalandırma, haddini bildirme-saadet-i uzmâ: büyük mutluluk.