Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Şükrün mikyâsı;
kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir.
Şükürsüzlüğün mizanı;
hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir.
Bediüzzaman
Gafletle yapılan zikirlerde de feyiz vardır
İ'lem eyyühe'l-aziz!
Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celb eden muhtelif lâtifeleri vardır. Bir kısmı, kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbi değildir. 'Min haysü lâ yeş'ur' (Şuurunda olmaksızın) husûle gelir. Binaenaleyh, gafletle yapılan zikirler dahi feyizden hâli değildir.
Lügatçe;
feyz-i İlâhî: Cenab-ı Hakkın bereketi, ihsânı, kalbe doldurduğu nurlar-lâtife: Kalbe bağlı çok hassas duygular.
Bir meyvede iki farklı lezzet var
İşte, bütün tâdâd ettiğimiz muhabbetler, eğer bu sûretle olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevâlsiz bir visâldir, hem muhabbet-i İlâhiyeyi ziyâdeleştirir, hem meşrû bir muhabbettir, hem ayn-ı lezzet bir şükürdür, hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.
Meselâ, nasılki Haşiye bir padişah-ı âlî, sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var:
Biri: Elma, elma olduğu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha âit değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bâzan olur ki, padişah, o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem, elma lezzeti dahi cüz'îdir, hem zevâl bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır.
İkinci muhabbet ise, elma içindeki, elma ile gösterilen iltifatât-ı şâhânedir. Güyâ, o elma iltifat-ı şâhânenin numûnesi ve mücessemidir diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhâr eder. Hem, iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkındedir. İşte şu lezzet, ayn-ı şükrandır; şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.
Aynen onun gibi, bütün nimetlere ve meyvelere, zâtları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gâfilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsânîdir; o lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenâb-ı Hakkın iltifatât-ı rahmeti ve ihsanâtının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatâtın derece-i lûtuflarını takdir etmek sûretinde kemâl-i iştihâ ile lezzet alsa, hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir.
Haşiye: Bir zaman iki aşîret reisi bir padişahın huzuruna girmişler, yazılan aynı vaziyette bulunmuşlar.
Lügatçe;
tâdâd: Sayma, sıralama-visâl: kavuşma-ayn-ı lezzet: Lezzetin tâ kendisi-nefisperverâne: Nefsini çok severek, nefsi isteklerine çok düşkün-iltifatât-ı şâhâne: Padişaha yakışır iltifatlar, iyilikler-mücessem: cisimleşmiş-gılâf: Kılıf, mahfaza, örtü-ayn-ı şükran: şükrün, verene teşekkürün, memnuniyetin ta kendisidir-telezzüz: lezzet alma-iltifatât-ı rahmet: Allah’ın sonsuz rahmetinin iltifâtları-derece-i lûtuf: lütuf ve iyilik derecesi.
Mustafa Sungur Ağabey anlatıyor: Üstâd buyurdu ki: “İmam-ı Rabbânî ahir hayatında bu Risâle-i Nûr mesleğine girmişti. Fakat onun zamanında bu inkişâf olmadı. Yanlız ona münhasır kalmıştır.” Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri’nin bu tespitini te’yid eden Beşinci Mektup’ta şu ifâdeler geçmektedir. “Madem hakîkat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir Geylânî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakâik-i îmâniyenin ve akâid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi.[1]” Beşinci Mektubun ilk satırlarındaki da “İmam-ı Rabbânî de (r.a.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.[2]” Cümlesi de ma’nidârdır.
Hulûsi Ağabey anlatıyor:
“Bir gün Barla’da ilk mülâkatımızda eski bir hatırasını şöyle anlatmıştı:
“Bitlis’de dört Şeyh vardı. Amma! … Herbirisi İmam-ı Rabbânî ha! … Bunların hepsi beni kendilerine çekmek istiyorlardı. Eski Saîd onların hepsine karşı müstağni kaldı. Onlara dedim:
“Sizin biriniz bana kifâyet etmez. Ben dördünüze de intisâp edeceğim.[3]”
Refet Barutçu ağabey anlatıyor: “Isparta’nın Barla nahiyesinde bulunduğu bir zamanda bir arkadaşımla ziyârete gitmiştim. Bir müddet görüştükten sonra Üstâdımıza şu suali sordum: ‘Efendim Risâle-i Nûr’un bir nüshasında Nakşî Üstâdım İmam-ı Rabbânî ve Kâdirî Üstadım Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî diyorsunuz. Diğer bir nüshasında Üstâdım Kur’ân’dır, başka üstâdım yoktur, buyuruyorsunuz. Hangisinin doğru olduğunu öğrenmek istiyorum’ dedim. Ve şu cevabı aldım: ‘İmam-ı Rabbânî ile Şeyh Abdülkadir-i Geylânî Eski Saîd’i Yeni Saîd’e çeviren Üstâdlardır. Bugün Kur’ân-ı Hakîmin huzurunda ders arkadaşlarımdır’ dedi ve meseleyi tamâmen anladım. Üstâdımızın bu büyük makâmının anlaşılması dolayısıyle, sonsuz bir zevk-i mânevî ile elini öperek yanından ayrıldım.[4]
Barla Lâhikası’nda da şöyle bir ifâde bulunur. “Ey maddî ve mânevî yaralı olan genç kardeşlerim! Ve ey mürşid-i ekmele muhtaç olan ehl-i tarîkat kardeşlerim! Şeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazâlî, Muhyiddin-i Arabî, Mevlânâ Hâlid (Radıyallahü anhüm) Kaddesallahü esrârehüm Hazretlerinin derece-i kemalâtları, merâtib-i îmânları risâlelerde ve Mektubat’da vardır.[5]”
Ayetü’l-Kübrâ Risâlesi’nde de şu çok önemli açıklama bulunur. “Sonra, o seyyah-ı âlem asırlarda gezerken, müceddid-i elf-i sâni, İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî’nin medresesine rast geldi, girdi; Onu dinledi. O İmam, ders verirken diyordu:
“Bütün tarîkatların en mühim neticesi, hakaik-ı îmaniyenin inkişafıdır.” ve “Birtek mes’ele-i îmaniyenin vuzuh ile inkişafı, bin keramata ve ezvaka müreccahtır.” Hem diyordu: “Eski zamanda, büyük zâtlar demişler ki: “Mütekellimînden ve ilm-i Kelâm ulemasından birisi gelecek, bütün hakaik-i îmaniye ve İslâmiyeyi delail-i akliye ile kemal-i vuzuh ile isbat edecek.” Ben istiyorum ki, ben o olsam, belki (Haşiye) o adamım diye, îman ve tevhid bütün kemalât-ı insaniyenin esası, mayesi, nuru, hayatı olduğunu ve düsturu, tefekkürat-ı îmaniyeye ait bulunması ve Nakşî tarîkatında hafî zikrin ehemmiyeti ise, bu çok kıymetdar tefekkürün bir nevi olmasıdır.” diye tâlim ederdi.
Seyyah tamamıyla işitti. Döndü nefsine dedi ki: Madem bu kahraman imam böyle diyor ve madem bir zerre kuvvet-i îmaniyenin ziyadeleşmesi, bir batman marifet ve kemalâttan daha kıymetlidir ve yüz ezvakın balından daha tatlıdır.
Ve madem bin seneden beri îman ve Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şübheleri yol bulup ehl-i îmana hücum ediyor. Ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan erkân-ı îmaniyeyi sarsmak istiyorlar. Elbette herşeyden evvel îmanımızı taklidden tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.
Öyle ise, haydi ileri! Gel, bulduğumuz birer dağ kuvvetindeki bu yirmidokuz mertebe-i îmaniyeyi namazın mübarek tesbihatının mübarek adedi olan otuzüç mertebesine iblağ etmek fikriyle, bu ibretgâhın bir üçüncü menzilini daha görmek için Bismillâhirrahmanirrahîm’in anahtarı ile zîhayat âlemindeki idare ve iaşe-i rabbaniyenin kapısını çalmalıyız ve açmalıyız diyerek, mahşer-i acaib ve mecma-i garaib olan bu üçüncü menzilin kapısını istirhamla çaldı ile açtı. Üçüncü menzil göründü. Girdi, gördü ki: Dört hakikat-ı muazzama ve muhita o menzili ışıklandırıyorlar ve güneş gibi tevhidi gösteriyorlar.[6]
(Haşiye) : Zaman isbat etti ki: O adam, adam değil, Risâle-i Nur’dur. Belki ehl-i keşif, Risâle-i Nur’u ehemmiyetsiz olan tercümanı ve naşiri suretinde -keşiflerinde- müşahede etmişler; “bir adam” demişler.[7]
Bâkî ÇİMİÇ
[1]Beşinci Mektup
[2]Beşinci Mektup
[3]Son Şahitler 1.Cild, s.318
[4]Son Şahitler 1.Cild, s.380
[5]Barla Lahikası,Mektup No:135
[6]Yedinci Şua
[7]Yedinci Şua-Haşiye
İnsandaki nihayetsiz acz ve hadsiz fakr Rahmettir
Acz; güç yetirememek, elinden gelmemek, söz dinletememek gibi mânâlara geliyor. İnsanın aczi ve fakrı için Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “acz-i mutlak” ve “fakr-ı mutlak” tabirlerini kullanır. Mutlak, yâni kendisine bir sınır çizilemeyen acz ve fakr.
İnsan saç yapmaktan âcizdir, ama ona ihtiyacı da var; saçın fakiridir.Göz, kulak, burun, dudak da yapamıyor; ama bunların da fakiridir. Ne kalp yapmak elinden geliyor, ne ciğer ve ne böbrek; hepsine de ihtiyacı vardır.
Dış dünyaya geçelim: Dudağının önünde nöbet bekleyen havadan, toprağa, suya, güneşe, aya kadar nice mahlûkatı yapmaktan âcizdir ve bunların her birinin de fakiridir.
Aczin son hududu, iradesizliktir. Bir şey isteyebilmekten bile mahrum olma halidir. İşte insan nutfe hâlinde iken aczin bu en ileri mertebesinde idi. İhtiyaç nedir, istemek nedir bilmezdi. Ağız nedir, akıl nedir bilmezdi. Güneş nedir, hava nedir bilmezdi. Nutfe olduğunu, rahimde bulunduğunu, annesinin ötesinde uçsuz bucaksız bir kâinat olduğunu bilmezdi.
O âlemden faydalanabilmesi için çok organlarla donanması gerektiğini bilmezdi. Bilse bile bunların yapılması onun için imkânsız idi. İşte insanoğlu bu menzilde mutlak bir fakr içinde ve yine mutlak bir acz içinde kıvranırken Allah’ın rahmeti ve inayeti imdadına yetişti.
Demek oluyor ki, insanın saçından kalbine, his dünyasında aklına, havadan güneşe, dünyadan ahrete kadar uzanan sonsuz ihtiyaçları onun fakr-ı mutlak içinde bulunduğunu gösterirken, bunların hiçbirini yapcaka güce sahip olmaması da onun acz-i mutlakını ifade eder.
Burada bir soru hatıra gelebilir: Bu kâinatın en mükemmel meyvesi olan insan, niçin en âciz ve en fakir olarak yaratılmış? Bunun hikmetini Üstadımızın şu ifadelerde buluyoruz:
“Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i mâneviyesinde nihayetsiz azîm ve bir acz ve hadsiz cesim bir fakr dercetmiştir. Tâ ki kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerîm bir zâtın hadsiz tecelliyatına, câmî, geniş bir âyine olsun.” (Sözler)
Allah fakiri doyurur, güçsüze yardım eder. Herkese ihtiyacı olan şeyleri gereği kadar lûtfeder. Kediye kanat gerekmez, öyleyse o, kanadın fakiri değildir. Yaradılışına bu ihtiyaç konulmamıştır. Ağaç da yürümek istemez. Onun da böyle bir ihtiyacı yoktur. Taşlar da büyümek istemezler. Bütün bu mahlûkatın akla da ihtiyaçları yoktur. Bu noktada insanlardan zengindirler.
Cenâb-ı Hakk, taşın imdadına Rezzak ismiyle yetişmiyor.
Zira, taşın rızka ihtiyacı yok. Ama kuşa rızık ihsan ediyor. Muhtaç olan kuştur. Ve görünüşte taş, kuştan daha zengindir. Fakat, Allah katında o fakirlik daha makbûl olmuş ve Rezzak isminin tecellisiyle şeref ve rütbe noktasında, kuş, taşı çok gerilerde bırakmıştır. Diğer isimler de bu misâle göre düşünüldüğünde, Allah’ın bütün isimlerinin tecellisine muhtaç olan insanoğlunun, mahlûkat içinde en fakir, en âciz, ama en şerefli olduğu açıkça anlaşılır.
Bu mânâyı zevk edebilen ârif insanlar “fakr” ile fahretmişler.
Kul aczini bildiği nisbette Rabbine sığınır; fakrını bildiği ölçüde O’na dua ve niyazda bulunur.