Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Her sözün doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek, doğru değil.
Bediüzzaman
İki Büyük Cereyan
Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr, her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış iki şecere-i azîme hükmünde; biri silsile-i nübüvvet ve diyanet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizac ve ittihad etmişse, yani silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişlerse, bütün hayır ve nur silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalâletler felsefe silsilesinin etrafına cem olmuştur.
Lügatçe;
cereyan-ı azîm: büyük fikir ve düşünce akımı-silsile-i efkâr: fikirler zinciri-şecere-i azîme: Büyük ağaç-silsile-i nübüvvet ve diyanet: din ve peygamberlik zinciri-silsile-i felsefe: yalnızca akla dayalı fikirler zinciri-dehalet: Sığınmak, yardım isteyiş-hayat-ı içtimaiye: toplum hayatı, sosyal hayat.
Hayat arkadaşına sevgini çabuk bozulan güzelliğine bina etme
Hem, refîka-i hayatını, rahmet-i İlâhiyenin mûnis, latîf bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-ü sûretine muhabbetini bağlama. Belki kadının en câzibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letâfet ve nezâket içindeki hüsn-ü sîretidir. Ve en kıymettar ve en şirin cemâli ise, ulvî, ciddi, samimi, nurânî şefkatidir. Şu cemâl-i şefkat ve hüsn-ü sîret, âhir hayata kadar devam eder, ziyâdeleşir. Ve o zaife, latîfe mahlûkun hukuk-u hürmeti o muhabbetle muhâfaza edilir. Yoksa, hüsn-ü sûretin zevâliyle, en muhtaç olduğu bir zamanda, bîçare, hakkını kaybeder.
Hem enbiyâ ve evliyâyı sevmek, Cenâb-ı Hakkın makbul ibâdı olmak cihetiyle, Cenâb-ı Hakkın nâmına, hesâbınadır ve o nokta-i nazardan Ona âittir
Lügatçe;
refîka-i hayat: hayat arkadaşı, eş-mûnis: canayakın, dost-latîf: güzel, hoş-hüsn-ü sûret: dış görünüş güzelliği-letâfet: hoşluk, güzellik-hüsn-ü sîret: ahlâk güzelliği-cemâl-i şefkat: şefkat güzelliği-ibâd: kullar-nokta-i nazar: bakış açısı.
Vicdan nedir?
Vicdan “Kendinden geçme. Duygu. Duyma.”, “İyiyi kötüden ayırabilen, iyilik etmekten lezzet alan ve kötülükten elem duyan manevî his.”
Vicdan: İnsan ruhunun en ileri bilgi kaynağı. O, bir şeye “evet” dedi mi, onu ne akıl yalanlayabilir, ne de duyu organları.
Vicdan, akıl ve beş duyu; hepsi de insana bir şeyler takdim ederler, ayrı ayrı hakikatlere kapı açarlar. Ama, üstünlük daima vicdandadır; onu akıl takip eder, beş duyu ise en sonda gelir.
Gerçek akıl bir hakikati buldu mu, onun duyu organlarına ters düşmesi hiçbir mânâ ifade etmez. Bunun en güzel örneği, dünyanın döndüğünü aklın emretmesine karşılık hissin reddetmesidir. Neticede, akıl galip gelmiş, hüküm ona göre verilmiştir.
Hissin akıl karşısındaki durumu ne ise, aklın vicdan karşısındaki durumu da odur. Vicdana ters düşen bir akılla amel edilmez. Bir hakikati vicdanen biliyorsak, onun olmadığına dair getirilen bütün aklî deliller demagojiden ileri gitmez.
Meselâ, yaptığımız bir haksızlık için vicdan azabı duyuyorsak, aklımızın ileri süreceği hiçbir özür, derdimize deva olmaz.
İnsan birçok hakikati vicdanen bilir. Görme, işitmeden ne kadar farklı ise, vicdanen bilme de aklen kavramadan o kadar ayrıdır. Vicdanda kıyas, mantık, fikir yürütme, hipotezler kurma yoktur. O, bütün bunlara muhtaç olmaksızın, hakikatleri doğrudan bilir. Maviyi yeşilden gözümüzle ayırt ettiğimiz halde, şefkatin sevgiden, yahut korkunun endişeden farkını vicdanen biliriz.
İnsan kendi varlığını da vicdanen bilir. Bunun için düşünüp taşınmasına, “Acaba ben var mıyım, yok muyum? ” diye bir soru ortaya atmasına ve sonunda “Madem ki düşünüyorum, öyle ise varım.” gibi deliller getirmesine ihtiyaç yoktur. İnsan, kendi varlığı gibi, kendi sıfatlarını da yine vicdanen bilir. Hayatta olduğunu, ilmi, iradesi olduğunu, görmeye, işitmeye sahip olduğunu hep vicdanen bilir. Bundan şüphe ettiği olmaz.
İnsan, gözüne inanmayabilir; “Acaba yanlış mı gördüm” diye gözlerini ovuşturup yeniden bakabilir. Keza, aklına da inanmayabilir; “Yanlış mı anladım” diye yeniden okuyabilir. Ama, vicdanı hususunda, onun bildirdikleri hakkında böyle bir tereddüde düştüğü olmaz.
“İnsan kendi varlığını vicdanen bilir” dedik; aynı şekilde, yine vicdanen bilir ki, “Ben kendi bedenimi kendim yapmadım; organlarımı yerli yerine şahsî irademle ve kudretimle takmadım.” Bu hususu öyle yakînen bilir ki, asırlarca yaşasa, bunun aksi bir düşünce hatırından, hayâlinden geçmez. Zira, vicdanın bilişi, ilimden, hissetmeden öte, bizzat yaşamaya dayanır.
Kendi bedenini kendisinin yapmadığını “vicdanen” bilen insan, bu gerçeğin diğer canlılar için de geçerli olduğunu “aklen” bilir. Böylece, vicdanda başlayan bir iman hareketi, akıldan ve duyu organlarından da yardım alarak inkişaf eder. Ve insanı, bütün eşyanın yegâne sahibine, Allah’a götürür.
Evet, her vicdan Allah’ı bilir. İnanmayan bir insan düşününüz. Bu insan yediği bir meyve için ne tabiata, ne maddeye, ne de bir başka şeye karşı minnettarlık duyar. Allah’a şükretmese bile başkalarına da etmez. İşte onu başkalarına teşekkürden men eden, onun vicdanıdır. O inançsız adam, vicdanen bilir ki, ne şu kâinat, ne de onda yaratılan bahçeler, bağlar, bostanlar şu güzel nimetlere sahip olabilirler. Onlar bunları kendi iradeleriyle vermiş değildirler. Kendileri ancak birer âlet, birer tezgâh, birer fabrikadır. Onlara minnettar olmak ise insana yakışmaz.
İşte bütün bu mânâlar, onun vicdanında kelimesiz olarak ve bilemeyeceğimiz bir keyfiyette mevcuttur. Ve başkalarına şükretmesine izin vermez. Ama gel gör ki, o vicdan, günah, isyan, yanlış fikirler ve bâtıl telkinlerle o kadar perdelenmiştir ki, sahibini Allah’a şükrettirmeye mecali kalmamıştır. Ancak yapabildiği, onu başkalarına teşekkürden men etmekten ibarettir. O insan da, böylece, şükürsüz yer, tefekkürsüz bakar, düşünmeden yaşar. Ve dünyanın işlerinde, dertlerinde, yahut zevklerinde boğulur. Bu dünyaya niçin gönderildiğini, vazifesinin ne olduğunu ve nereye gittiğini bir kez olsun hatırından geçirmeden hayvanî bir hayat yaşar ve bu âlemden göçüp gider.
Bir diğer misal: Bir insan yatağına girdiğinde rahatça uyuyabiliyorsa, vicdanının Allah’ı bilmesi sayesindedir. Hiçbir insan göremezsiniz ki, yatağına uzandığında, “Uyuyacağım ama, ya dünyamız bir gezegene çarparsa, ya bir yıldız dünyamıza vurursa...” gibi bir endişe ile yatağında oturup kalsın. Yahut, “Uyuyacağım ama, ya damarlarımda tıkanma olursa, kanım pıhtılaşırsa, kalbim durursa...” gibi bir vehme kapılarak uyumaktan vazgeçsin. Her insan vicdanen bilir ki, ne bu beden onun kendi malıdır, ne de şu kâinat. Her ikisindeki hâdiseler de Allah’ın yaratmasıyladır.
İşte bu vicdanî biliş olmasaydı, hiçbir dinsiz bu dünyada bir an olsun rahat nefes alamazdı. Gel gör ki, vicdanlarının onlara kazandırdığı bu emniyeti, bu güven havasını layığınca değerlendiremiyor ve Allah’ı bulamıyorlar.
Başka bir misal: Bir askere tüfeğini göstererek, “Bu senin mi? ” deseniz, “Evet” diye cevap verir. Ama aynı nefer vicdanen bilir ki, o tüfek onun şahsî malı değildir. Onu dilediği gibi kullanamaz, istediği kimseye satamaz. Biz de o nefer gibi, “Benim elim, benim gözüm...” derken, bunların hakiki mâliki olmadığımızı, onların bize emaneten verildiğini vicdanen biliyoruz. Ama bu vicdanî biliş, imanı netice vermediği takdirde, insan kendisinde bulunan bütün bu emanetleri, bir ömür boyu, hakiki sahibinin rızasına zıt olarak sarf eder durur. Bir muhasebe gününde, hayatının hesabını tane tane vermek üzere...
Sözün özü: Her vicdan diyor ki, “Allah var” Ne insan başıboş bir divane, ne şu âlem sahipsiz bir fabrika... İnsanı bu tezgâhta dokuyan biri var...
Ve insan her şeyiyle O’nun...