Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Başında ben,
sonunda İsa,
ortasında Mehdi’nin bulunduğu bu ümmet
asla helâk olmayacaktır.
Hadis-i Şerif meali
(Hâkim, Müstedrek, 3:43 (Hadis No: 4351)
Önemli Bir Ahirzaman fitnesi: Açlık
Endişeli sual: Bu ahirzaman fitnesinde açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalâlet, biçare aç ehl-i imanı, derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup ya ikinci, üçüncü derecede bırakmaya çalışacak diye, rivayetlerden anlaşılıyor. Acaba, herşeyde hatta kahr azâbında ehl-i İmân ve masumlar için bir vech-i rahmet ve kader-i İlahî cihetinde adalet olduğu, bunda ne tarzda olur? Ve ehl-i iman, hususan Risale-i Nur talebeleri bu musibete karşı İmân ve ahiret hesabına ne cihetle istifade edip nasıl davranacaklar ve mukavemet edecekler?
Elcevap: Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi, küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i ilâhiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan olduğundan, Âdil-i Hakîm, nimetinin, hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakikî lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalade derecesini göstermekle, hakikî şükre sevk etmek hikmetiyle, Ramazan gibi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip, aynı hikmet için adalet etmiş.
Ehl-i iman, ehl-i hakikat, hususan Risale-i Nur talebelerinin vazifesi, bu musibetli açlığı, Ramazan riyazet-i diniyesinin tarzındaki açlık gibi vesile-i iltica ve nedamet ve teslimat yapmaya çalışmaktır. Ve zaruret bahanesiyle dilenciliğe ve hırsızlığa ve anarşiliğe yol açmasına meydan vermemektir. Ve aç fakirlere acımayan bir kısım zengin ve bazı ehl-i maaş dahi Risale-i Nur'u dinleyip, bu mecburî açlık hissiyle açlara merhamete gelip, zekâtla yardımlarına koşmaktır. Ve nefsini güzel yemeklerle şımartan, serkeş eden ve hevesat-ı rezile ve tuğyanlara sevk edip sarhoş eden gençler dahi, Risale-i Nur'un irşadıyla, bu hadiseden merdane istifade ederek, fuhşiyat ve günahlardan ellerini bir derece çektiği ve nefislerinin zevklerini ve pisliklere karşı galeyanlarını kırdığı vesilesiyle taate ve hayrata girip, o hadiseyi kendi aleyhlerinden çıkarıp lehlerinde istimal etmektir.
Ve ehl-i ibadet ve salâhat dahi, ekser insanların aç kaldığı bu zamanda ve çok karışmış ve haram ve helâl fark edilmeyecek bir tarzda gelmiş ve şüpheli mal hükmünde ve manen müşterek olan erzak-ı umumiyeden helâl olmak için miktar-ı zaruret derecesine kanaat ediyorum diye bu mecburî belaya bir riyazet-i şer'iye nazarıyla bakmaktır. Kader-i İlahiyeye karşı şekvayla değil, rızayla karşılamaktır.
Umum kardeşlerime, hususan musibetzedelere çok selam ve selametlerine dua ediyorum.
Said Nursi
Lügatçe;
derd-i maişet: geçim derdi-hissiyat-ı diniye: Dini hisler, dini meselelerde duyarlılık-kahr: Allah`ın şiddetli ve azap verici vasıflarının tecellisi, lütfun zıddı-vech-i rahmet: Rahmet yönü-mukavemet: dayanma, direnme-küfran-ı nimet: Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği nîmetleri bilmeme ve hürmetsizlik etme, nankörlük-hususan: Özellikle-riyazet-i diniye: Az gıda almak suretiyle nefsini terbiyeye çalışmak-vesile-i iltica: Allah'a sığınma vesilesi-nedamet: Pişmanlık-teslimat: Allah'ın hikmetine, rahmetine teslim olmalar-zaruret: Çaresizlik-ehl-i maaş: Bürokratlar-serkeş: İsyan eden, başıbozuk, dikkafalı-hevesat-ı rezile: Boş ve bâtıl ve günahlı şeylere âit olan alçakça istekler ve hevesler-tuğyan: Zulüm ve küfürde çok ileri gitmek, azgınlık, taşkınlık-taat: İtaat etme, söz dinleme, ibâdet-hayrat: Sevap kazanmak için Allah yolunda yapılan hayır ve iyilikler-erzak-ı umumiye: Bütün canlılar için gönderilen ortak rızık, gıda maddeleri-miktar-ı zaruret: Hayatı devam ettirmeye gereken miktar-şekva: Şikâyet etmek, sızlanmak.
Rahmet; bu kücücük ve aciz insanı kendine dost ve muhatap yapmış
ÜÇÜNCÜ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE
Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette, daimî bir saadete namzet olduğumu İmân telkin ettiği hengâmda 'of, of'tan vazgeçtim 'oh, oh' dedim. Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku ancak ve ancak bütün mahlûkatın bütün harekât ve sekenatlarını ve ahvâl ve a'mallerini kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak olan insanı kendine dost ve muhatap eden ve bütün mahlûkat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlakın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir diye düşünüp, bu iki noktada, yani böyle bir kudretin faaliyeti ve zâhiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatli ehemmiyeti hakkında, imanın inkişafını ve kalbin itmi'nanını veren bir izah istedim. Yine o âyete müracaat ettim. Dedi ki: (Bize yeter) 'daki (Biz) 'ya dikkat edip seninle beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kâl ile kimler 'yı söylüyorlar, dinle' emretti.
Birden baktım ki, hadsiz kuşlar ve kuşçuklar ve sinekler ve hesapsız hayvanlar ve hayvancıklar ve nihayetsiz nebatlar, yeşilcikler ve gayetsiz ağaçlar ve ağaççıklar dahi benim gibi lisan-ı hal ile 'in mânâsını yâd ediyorlar ve yâda getiriyorlar ki, bütün şerait-i hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih çekirdeklerden kuşların yüz bin çeşitlerini ve hayvanların yüz bin tarzlarını, nebatatın yüz bin nevini, ağaçların yüz bin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı, birbirinden ayrı, fârikalı bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla halk eder, yapar, kudretinin azamet ve haşmeti içinde beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmaları vahdetini ve ehadiyetini bize gösterir. Ve böyle hadsiz mu'cizâtı ibraz eden bir fiil-i rububiyete ve bir tasarruf-u hallâkıyete müdahale ve iştirak mümkün olmadığını bildirir diye bildim.
Lügatçe;
gaye-i hayal: İdeâl; hayalde tasavvur edilen ve ona varılması istenen hedef ve maksat-hedef-i ruh: Ruhun hedefi, ulaşmak istediği en kâmil nokta-netice-i fıtrat: Yaradılışın gâye ve neticesi-sekenat: Durmak, durgunluk. Bir şeyin durmuş hâli-a'mal: Ameller, işler, fiiller-kavlen: Sözle, sözlü olarak-tekeffül: Kefâlet etmek-habbe: Dâne, tohum-müşabih: Benzer-iltibassız: karıştırmaksızın-fârikalı: diğer şeylerden farklı özelliği olan-fiil-i rububiyet: Cenab-ı Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan terbiye ve idare edicilik fiili-tasarruf-u hallâkıyet: Allah’ın varlıkları istediği şekilde yaratma faaliyeti.