Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Benim gibi nefs-i emmâreyi taşıyanlara; şu dünya çok gaddardır, mekkârdır.
Bir lezzet verse, bin elem takar, çektirir.
Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.
Bediüzzaman
Kâinat kitabının mânâsı, yaratıcısı tarafından Kur'an vasıtasıyla bizlere tercüme ediliyor
Kur’ân nedir, tarifi nasıldır?
Elcevap: On Dokuzuncu Sözde beyan edildiği ve sair Sözlerde ispat edildiği gibi Kur’ân;
• şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,
• ve âyât-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi,
• ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri,
• ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı,
• ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftahı,..
• ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı,
• ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi,
• ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi,
• ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası,
• ve Zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı,
Lügatçe;
kitab-ı kebir-i kâinat: büyük kâinat kitabı-tercüme-i ezeliye: zamanüstü tercüme-âyât-ı tekvîniye: yaratılışa ait âyetler, deliller-mütenevvi: çeşitli-tercüman-ı ebedî: ebedî, sonsuz tercüman-âlem-i gayb ve şehadet: görünmeyen ve görünen âlem-müfessir: tefsirci, manaları yorumlayan-esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri-keşşaf: keşf edici, açığa çıkarıcı-sutûr-u hâdisât: olaylar dizisi-muzmer: gizli, saklı-hakaik: hakikatler, gerçekler-miftah: anahtar-iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye: sonsuz merhamet sahibi Allah’ın teveccühleri-hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniye: kusur ve aczden yüce olan Allah’ın ezelî konuşmaları-hendese: plan ve geometri-avâlim-i uhreviye: âhiret âlemleri-şuûn-u İlâhiye: İlâhî fiiller, işler-kavl-i şârih: açıklayıcı söz-tefsir-i vâzıh: açık yorum-burhan-ı kàtı: kesin delil-tercüman-ı sâtı: parlak tercüman.
Bütün zerrât-ı vücûdumla 'Hasbünallahüveni'melvekil' dedim
Hem gayet katî bir surette hissettim ve o şuur-u imanî ile hakkalyakîn bildim ki, fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı beka, Bâki-i Zülkemâlin bekasına, varlığına iki cihetle bakarken, enâniyetin perde çekmesiyle mahbubunu kaçırmış, aynasına perestiş etmiş bir serseme dönmüş gördüm. Ve o çok derin ve kuvvetli aşk-ı beka, bizzat ve sebepsiz, fıtraten sevilen ve perestiş edilen kemâl-i mutlak bir isminin gölgesi vasıtasıyla mahiyetimde hükmedip o aşk-ı bekayı vermiş. Ve muhabbet için hiçbir illet ve hiçbir garazı ve zâtından başka hiçbir sebep iktiza etmeyen kemâl-i Zâtı perestişe kâfi ve vâfi iken, sâbıkan beyan ettiğimiz ve her birisine bir hayat ve bir beka değil, belki elden gelse binler hayat-ı dünyevîye ve beka feda edilmeye lâyık olan mezkûr bâki meyveleri dahi ihsan etmekle, o fıtrî aşkı şiddetlendirmiş hissettim. Elimden gelseydi bütün zerrâtı vücûdumla diyecektim ve o niyetle dedim. Ve bekasını arayan ve beka-yı İlâhîyi bulan o şuur-u imanî -ki bir kısım meyvelerine sâbıkan 'Hem... Hem... Hem'ler ile işaret ettim- bana öyle bir zevk ve şevk verdi ki, bütün ruhumla, bütün kuvvetimle, en derin kalbimle nefsimle beraber dedim.
Lügatçe;
hakkalyakîn: Mârifet mertebesinin en yükseği; en kesin bir surette gerçeği görüp yaşamak hâli; ateşin yakıcı olduğunu bütün hislerimizle yakından duyup yaşadığımız gibi-enâniyet: Benlik, gurur-illet: Sebep-garaz: Maksat, niyet, kasıt-kemâl-i Zât: Zâtın mükemmelliği-perestiş: İbâdet edercesine sevme, çok ileri sevgi ve hürmet besleme-vâfi: yeterli.