Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Allahım! Habibiyeti ve salâtıyla Cennetin kapılarını açan ve ona getirdikleri salâvatlarla ümmeti de onu teyid eden, Habibin Aleyhissalâtü Vesselâma rahmet et. Allahım! Bizi, ebrâr ile beraber, seçkin Habibinin şefaatiyle Cennete idhal et. Âmin.
Maddi-manevi şifa vesilesi bir salâvat-ı şerife
Namaz tesbihatının âhirinde Şâfiîlerde gayet müstamel ve meşhur bir salâvat olan
(Allah’ım, Efendimiz Muhammed’e (a.s.m.) ve Efendimiz Muhammed’in (a.s.m.) âline, bütün hastalıklar ve ilaçlar adedince salât eyle ve onu ve âlini çok çok mübarek kıl ve selâm et)
nın ehemmiyeti yüzündendir ki, insanın hikmet-i hilkati ve sırr-ı câmiiyeti ise, her zaman, her dakika Hâlıkına iltica ve yalvarmak ve hamd ve şükür etmek olduğundan, insanı dergâh-ı İlâhiyeye kamçı vurup sevk eden en keskin ve müessir sâik, hastalıklar olduğu gibi, insanı kemâl-i şevkle şükre sevk eden ve tam mânâsıyla minnettar edip hamd ettiren tatlı nimetler ise, başta şifalar ve devalar ve afiyetler olduğundan, bu salâvat-ı şerife gayet müşerref ve mânidar olmuştur. Ben bazan (hastalıklar ve ilâçlar adedince) dedikçe, küre-i arzı bir hastahane suretinde ve maddî ve mânevî bütün dertlerin ve ihtiyaçların dermanlarını ihsan eden Şâfî-i Hakikînin pek âşikâr bir mevcudiyetini ve küllî bir şefkatini ve kudsî ve geniş bir rahîmiyetini hissediyorum.
Lügatçe;
müstamel: kullanılan-hikmet-i hilkat: yaratılış hikmeti, gayesi-sırr-ı câmiiyet: pek çok özelliğin bir arada bulunması ve zengin donanıma sahip olmasındaki sır-iltica: sığınma-müessir: tesirli, etkili-sâik: sevk eden, sürükleyen-kemâl-i şevk: tam bir istek ve arzu-rahîmiyet: merhamet ve şefkatin herbir varlıkta görülmesi.
Peygamber efendimiz (s.a.v.) okunan sayısız salâvatı bir anda nasıl bilebilir?
İ’lem eyyühe’l-aziz! Cam, su, hava, âlem-i misal, ruh, akıl, hayal, zaman ve saire gibi, tecellî-i timsal akislere mahal ve mazhar olan çok şeyler vardır. Maddiyat-ı kesifenin timsalleri hem münfasıl, hem ölü hükmündedirler. Çünkü, asıllarına gayr oldukları gibi, asıllarının hâsiyetlerinden de mahrumdurlar. Nurânîlerin timsalleri ise, asıllarıyla muttasıl ve asıllarının hâsiyetlerine mâlik ve asıllarına gayr değillerdir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak, şemsin hararetini hayat, ziyasını şuur, ziyadaki renkleri duygu gibi yapmış olsaydı, senin elindeki ayinede temessül eden şemsin timsali seninle konuşacaktı. Çünkü, o, timsalinde oldukça harareti, ziyası, renkleri olurdu. Hararetiyle hayat bulurdu. Ziyasıyla şuurlu olurdu. Renkleriyle de duygulu olurdu. Böyle olduktan sonra, seninle konuşabilirdi. Bu sırra binaendir ki, Resul-i Ekrem (a.s.m.) , kendisine okunan bütün salâvat-ı şerifeye bir anda vakıf olur.
Lügatçe;
âlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem-tecellî-i timsal: görüntünün belirmesi, yansıması-akis: yansıma-mahal: yer-mazhar: ayna, yansıma yeri-Maddiyat-ı kesife: kesif, şeffaf olmayan maddeler-timsal: görüntü, benzer-münfasıl: ayrılmış, ayrık-gayr: başka-hâsiyet: özellik-muttasıl: yapışık, bitişik-şems: güneş-temessül: belirme, görünme, aksetme-vakıf olmak: etraflıca bilmek.
Münâcât(7)
Hem denizde, kıymettar, hâsiyetli [özellikli], ziynetli [süslü] cevherlerden hiçbirisi yoktur ki, güzel hilkatiyle [yaratılışı ile] ve câzibedar [çekici] fıtratıyla [mizaclarıyla] ve menfaatli [faydalı] hâsiyetiyle [özellikleri ile] Seni tanımasın, bildirmesin.
Evet, onlar birer birer şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla [hepsi birlikte], beraberlik ve birbiri içinde karışmak ve sikke-i hilkatte [yaratılış mührüne] birlik ve icatça gayet kolay ve efratça[fert fert] gayet çokluk noktalarından Senin vahdetine [birliğine] şehadet [şahitlik] ettikleri gibi; arzı, toprağıyla beraber bu küre-i arzı [yeryüzünü] kuşatan muhit [her tarafı kuşatan] denizlerini muallâkta[boşlukta] durdurmak ve dökmeden ve dağıtmadan güneşin etrafında gezdirmek ve toprağı istilâ ettirmemek ve basit kumundan ve suyundan, mütenevvi [çeşitli] ve muntazam [kusursuz] hayvanâtını [hayvanları] ve cevherlerini halk etmek ve erzak [rızık] vesair umûrlarını [işlerini] küllî [her şeyi içine alacak şekilde] ve tam bir surette idare etmek ve tedbirlerini görmek ve yüzünde bulunmak lâzım gelen hadsiz cenazelerinden hiçbirisi bulunmamak noktalarından, Senin varlığına ve Vâcibü’l-Vücud [varlığıyın inkar edilemez] olduğuna mevcudatı[varlıkları] adedince işaretler ederek şehadet [şahitlik]eder.
Ve Senin saltanat-ı rububiyetinin [herşeyi kuşatan terbiye ve egemenliğinin] haşmetine [büyüklüğüne] ve herşeye muhit [kapsayıcı] olan kudretinin[gücünün] azametine [büyüklüğüne] pek zâhir [açık] delâlet [işaret] ettikleri gibi, göklerin fevkindeki [üstündeki] gayet büyük ve muntazam [düzenli intizamlı] yıldızlardan, tâ denizlerin dibinde bulunan gayet küçücük ve intizamla [düzenle] iaşe edilen[ihtiyacları karşılanan] balıklara kadar herşeye yetişen ve hükmeden rahmetinin ve hâkimiyetinin[egemenliğinin] hadsiz genişliklerine delâlet [işaret] ve intizâmâtıyla [düzenli oluşlaruyla] ve faideleriyle ve hikmetleriyle ve mizan [ölçülü] ve mevzuniyetleriyle [düzenlilikleriyle], Senin herşeye muhit [her şeyi içine alan] ilmine ve herşeye şâmil [çevreleyen] hikmetine işaret ederler.
Ve Senin bu misafirhane-i dünyada yolcular için böyle rahmet havuzların bulunması ve insanın seyr ü seyahatine [yolculuğuna] ve gemisine ve istifadesine musahhar [boyun eğmiş olması] olması işaret eder ki, yolda yapılmış bir handa, bir gece misafirlerine bu kadar deniz hediyeleriyle ikram eden Zât, elbette makarr-ı saltanat-ı ebediyesinde[sonsuz saltanat merkezi; ahiret yeri] öyle ebedî rahmet denizleri bulundurmuş ki, bunlar onların fâni [geçici] ve küçük nümuneleridirler [misalleridir]. İşte denizlerin böyle gayet harika bir tarzda arzın etrafında vaziyet-i acibesiyle [hayret verici bir şekilde] bulunması ve denizlerin mahlûkatı [yaratıkları] dahi gayet muntazam [düzenli] idare ve terbiye edilmesi, bilbedahe [açıkça] gösterir ki, yalnız Senin kuvvetin ve kudretinle ve Senin irade ve tedbirinle, Senin mülkünde, Senin emrine musahhardırlar [boyun eğmişlerdir] ve lisan-ı halleriyle Hâlıkını [yaratıcısını] takdis edip [Yüceltip, hamde ve övülmeğe lâyık olduğunu bildirerek] Allahu Ekber derler.