MAVERA-Sufi Muhabbet Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Adem Kılıç
Alan:   Grup:MAVERA-Sufi Muhabbet
Tarih: 29.12.2012 02:00
Konu: Yn: Yn: [mavera-sufi-muh..]

Risale-i Nur, beşeri anarşistlikten kurtarmaya bir derece vesile olduğu gibi,
İslâmın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arabı birleştirmeye,
bu Kur’ân’ın kanun-u esasîlerini neşretmeye vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar.
Bediüzzaman

anarşi: Din ve nizam tanımamak. Din ve nizam düşmanlığı, yecüc mecüc hareketi
kanun-u esasî: temel kanun, anayasa
İbadet niçin emredilmiştir?
İbadetlerin ifa edilmesinin hem Allah açısından hem de insan açısından iki temel gerekçesi vardır.

Allah’ın kainattaki Rububiyet dairesi zaruri bir şekilde ubudiyet dairesini iktiza ediyor. Mesela, sonsuz bir şefkat harika bir şekilde insan üzerinde tecelli ediyorsa, elbette bu şefkat dairesi bir şükür ve teşekkür dairesini iktiza eder. Yine sonsuz bir izzet ve azamet kendini kainat sahnesinde insan için perdeliyorsa, elbette insanın bu izzet ve azamet karşısında ibadet ile eğilmesini ister. Tabiri yerinde ise nasıl tiyatroyu biletsiz seyretmek mümkün değilse, aynı şekilde Allah’ın kainat sahnesinde sergilediği sayısız isimlerinin seyri ve takdiri elbette ibadeti iktiza eder. Yani ibadet Rububiyet dairesinin bir tamamlayıcısı ve tekmil edicisi hükmündedir. Elbette Allah, bu iktiza ve tamamlayıcı unsuru şiddetle bizden talep edecektir.

Üstad Hazretleri bu hususa şu şekilde işaret ediyor:

'Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar! Bakınız, insan âleminde iki daire ve iki levha vardır:

Birinci daire: rububiyet dairesidir.

İkinci daire: ubudiyet dairesidir.

Birinci levha: hüsn-ü san'attır.

İkinci levha ise: tefekkür ve istihsandır.'

'Bu iki daireyle iki levha arasındaki münasebete bakınız ki, ubudiyet dairesi bütün kuvvetiyle rububiyet dairesi hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşekkür, istihsan levhası da bütün işaretleriyle hüsn-ü san'at ve nimet levhasına bakıyor.'(1)

Özet olarak Allah’ın isim ve sıfatları ibadeti gerektiriyor.

İnsan açısından ibadetin gerekliliği zaten çok açık bir husustur. Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı oluyorken, Allah’ın sayısız ihsan ve ikramına karşı somut bir teşekkür ve şükran olan beş vakit namazı çok görmek, gerçekten kadirşinaslık ve insanlık ile bağdaşmaz.

Hem Allah’ın bizim ibadetlerimize ihtiyacı yok, bizim ibadetlere ihtiyacımız var. Üstad hazretleri bu hususa şu şekilde işaret ediyor:

'BİRİNCİ SUAL: Çok tembellerden ve târiküssalâtlardan işitiyoruz. diyorlar ki: 'Cenâb-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur'ân'da çok şiddet ve ısrarla, ibadeti terk edeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir cezayla tehdit ediyor? İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur'âniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz'î hataya karşı nihayet şiddeti gösteriyor? '

'Elcevap: Evet, Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun? ' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın.'


'Evet, herkes kâinatı kendi aynasıyla görür. Cenâb-ı Hak, insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş; o âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ, gayet meyus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve meyus suretinde görür. Gayet sürurlu ve neş'eli, müjdeli ve kemâl-i neş'esinden gülen bir adam, kâinatı neş'eli, güler gördüğü gibi; mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder.'(2)

Üstad Hazretlerinin yukarıda izah ettiği gibi, Allah’ın bir şeyi şiddetle istemesi, yani emir ve yasaklar koyması ve bunlara şiddetle uyulmasını istemesi, ona muhtaç olduğu anlamına gelmez. Tam aksine ona muhtaç olanlara muhtaçlığını ihtar ve ikaz ediyor.

Yani; Allah kendi için değil, insan için imanı ve ibadeti bize emrediyor. Doktorun hastaya şiddetle 'şu ilacı iç' diye ısrar etmesi, kendi ihtiyacı olduğu için değil, hastanın hastalığının ciddiyetinden dolayıdır.

Kainat büyük ve geniş bir halka ve daire şeklindedir, merkezinde ise hayat vardır. Yani her şey hayatın varlık bulması için tanzim ediliyor. Yıldızların dizilişinden tut ta güneşin belli bir yörünge içinde dönmesine, havadan tut ta toprağa kadar her şey hayata hizmet ettiriliyor.

Yine hayat büyük ve geniş bir daire şeklindedir, merkezinde ise rızık vardır. Bütün hayat sahipleri olan bitkiler, hayvanlar ve insanlar hayatın merkezi olan rızkın peşinde ve etrafında dolaşıyor. Bütün hayatlıların rızka olan ihtiyacı aşk derecesine çıkmış. Adeta hayat eşittir rızık şekline girmiş. Allah rızık merkezini o kadar geniş ve zengin bir şekilde tanzim etmiş ki, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının mana ve tecellileri adeta rızkın içinde merkezileşip toplamış.

Rızkın bütün çeşitlerini tadıp tartacak kıvamda ve donanımda olan insan mahiyeti, bir nevi bütün isim ve sıfatların da idrak ve şuurunda olabilir bir mahiyettedir.

Nasıl her şey rızkın etrafında daire ve halka olmuş ve ona hizmet ediyor ise, rızık dahi bir daire ve halka olup, merkezine şükür konulmuş. Yani rızkın merkezi ve itici kuvveti şükürdür. Rızka muhtaç olan bütün hayatlıların rızka olan aşkı ve ihtiyacı şükrün en önemli teşvikçisi ve itici kuvvetidir.

Demek şu kainatı bir ağaç olarak düşünürsek, meyve ve neticesi şükürdür. Şükrün en kapsamlı ve külli olanı ise namazdır. Evet namaz Üstad'ın ifadesi ile külli bir şükürdür. Namaz olmaz ise şükür olmaz, şükür olmaz ise rızık olmaz, rızık olmaz ise hayat olmaz, hayat olmaz ise kainat olmaz. Demek ibadetlerin özü olan namaz şu kainatın kaim bir sebebi, asıl bir direği hükmündedir. Kur’an’ın ısrarla namazı emretmesi ve insanın en önemli bir kulluk vazifesi olması bundan dolayıdır.

İnsanın kendi ömür sermayesi ve kuvveti ile Allah’ın sayısız ihsan ve ikramlarına karşılık vermesi ve şükürde bulunması imkansızdır. Değil bütün nimetleri, iki gözün şükrünü bile binlerce sene ibadet etse, karşılığını veremez. Ama Allah kereminden insana diyor ki, siz benim emrettiğim namazı kılın, ben sizi bütün nimetlerime ve ihsanlarıma şükür etmiş gibi sizden kabul edeyim, namaz sayesinde sizi şakirler sınıfından yazayım diyor. İnsanın böyle cazip bir teklife ilgisiz kalması akıl karı olamaz.

Namaz Allah’ın sayısız nimetlerine teşekkür etmek için bir fırsattır, bunu kaçırmak ise büyük bir hasarettir.
Emirdağının mânidar bir hâtırası
Beş seneden beri teneffüs için Emirdağının etrafında paytonla gezdiğim zaman, garip bir tarzda, bir yaşından yedi yaşına kadar küçücük çocuklar, valide ve pederlerine karşı gösterdikleri alâkadan ziyade bir iştiyakla paytonuma koşup elime sarılıyorlardı. Hattâ bir iki defa payton altına düşüp harika bir tarzda zarar görmeden kurtuldular. Hattâ hiç beni görmeyen, bilmeyen bir ve iki, üç yaşında çocuklar yalın ayak dikenler içinde koşa koşa paytona yetişiyorlar, büyük adamlar gibi temenna edip “Elinizi öpelim” derlerdi. Bu hale hem ben, hem kardeşlerim ve görenler hayret ediyorduk. Bu hal bir mahalleye mahsus değil; her tarafta hattâ köylerinde aynı hal devam ediyordu.
Beni aldatmayan bir hatıra-i hakikatle benim ve arkadaşlarımın kanaatimiz geldi ki, bu mâsum taifenin masumiyetleri cihetiyle, sevk-i fıtrî denilen bir hiss i kablelvuku ile, Risale-i Nur’un bu memlekette mâsum çocuklara ve kendilerine çok menfaati olacak diye, akıl ve fikirleri derk etmediği halde, o mâsumâne hisle Risale-i Nur’un mânâsı itibarıyla tercümanına, annesine yalvarmasından ziyade bir iştiyakla koşuyorlardı.
Biz de bir hiss-i kablelvuku ile hissediyoruz ki, ileride bu küçük mâsum mahlûklarda büyük Nurcular çıkacak. Ve ileride Nurun has şakirtleri olacak ki, bu vaziyeti gösteriyorlar.
Ben de bu nevi küçücük mâsumları, evlâdım olmadığından, evlâd-ı mâneviye olarak dualarıma umumen dahil ettim. Her sabah bunları da Nur talebeleriyle beraber dualarımda yâd ediyorum.
Hem onlardan bir yaşındaki mâsumu, kırk yaşındaki lâkayt bir adama tercih etmeye sebep, bunlar günahsız ve samimî bir alâka göstermesinden, elbette onları, sevk eden bir hakikat var. Ben de o cihetten onları; büyüklere temenna ettiğim gibi, onların temennalarına ciddî mukabele ediyorum.
Hem mâsumiyetleri, hem ileride tam Nurcu olmalarına binaen, dualarını kendi hakkımda makbul olacak diye onlara derdim: “Madem siz benim evlâd-ı mâneviyem oldunuz. Ben de size dua ediyorum. Siz de günahınız olmadığı için, duanız benim hakkımda inşaallah makbuldür. Siz de bana dua ediniz. Çünkü ziyade hastayım” derdim.
Ben ve benim yanımdaki kardeşlerimin kuvvetli bir ihtimalle kanaatimiz geliyor ki, masonlar ve zındıkların plânı ile bolşevizm tarzında gençleri terbiye etmek için bir vakit bazı mektepler açıldığı ve sonra değişen bu mekteplerle gençleri ifsada çalıştıklarına mukabil, İslâmiyetin kahraman bayraktarı olan Türk milletinin mâsum küçük yavruları, nuranî bir intibah ve bir hiss-i kablelvuku ile Nurlardan ders almaları, gençlerin başına gelen o belâya karşı bir mukabeledir ki, inşaallah o yavruların hem kendileri, hem gençler, mason ve zındıkların şerlerinden kurtulmasına bir işarettir ki, bu acip vaziyeti gösteriyorlar.
Said Nursî
Lügatçe;
iştiyak: arzu, istek-hatıra-i hakikat: hakikate ulaşma yönünde yaşanmış bir hatıra-sevk-i fıtrî: yaratılıştan gelen meyil, eğilim-hiss i kablelvuku: birşeyi olmadan önce hissetme duygusu-temenna: eli ağza ve başa götürerek selam verme-zındık: dinsiz-bolşevizm: kominizm, dinsizlik-ifsad: bozmak-intibah: uyanma.
Türkçülük perdesi altına saklanan Türk düşmanları
Dördüncü Desise-i Şeytaniye

Şeytanın telkiniyle ve ehl-i dalâletin ilkaâtıyla, bana karşı propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri işgal eden bazı mülhidler, kardeşlerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyetlerini tahrik etmek için diyorlar ki: 'Siz Türksünüz. Maşaallah, Türklerde her nevi ulema ve ehl-i kemal vardır. Said bir Kürttür. Milliyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesai etmek hamiyet-i milliyeye münâfidir.'

Elcevap: Ey bedbaht mülhid! Ben felillâhilhamd Müslümanım. Her zamanda kudsî milletimin üç yüz elli milyon efradı vardır. Böyle ebedî bir uhuvveti tesis eden ve dualarıyla bana yardım eden ve içinde Kürtlerin ekseriyet-i mutlakası bulunan üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet ve menfi milliyet fikrine feda etmek ve o mübarek hadsiz kardeşlere bedel, Kürt namını taşıyan ve Kürt unsurundan addedilen mahdut birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğe girenleri kazanmaktan yüz bin defa istiâze ediyorum. Ey mülhid! Senin gibi ahmaklar lâzım ki, Macar kâfirleri veyahut dinsiz olmuş ve frenkleşmiş birkaç Türkleri muvakkaten, dünyaca dahi faydasız uhuvvetini kazanmak için, üç yüz elli milyon hakikî, nuranî, menfaattar bir cemaatin bâki uhuvvetlerini terk etsin. Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü Meselesinde, delilleriyle menfi milliyetin mahiyetini ve zararlarını gösterdiğimizden, ona havale edip, yalnız o Üçüncü Meselenin âhirinde icmal edilen bir hakikati burada bir derece izah edeceğiz. Şöyle ki:

O Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyetfuruş mülhidlere derim ki:

Din-i İslâmiyet milliyetiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet ile, Türk denilen bu vatan ehl-i imanıyla şiddetli ve pek hakikî alâkadarım. Ve bin seneye yakın, Kur'ân'ın bayrağını cihanın cihât-ı sittesinin etrafında galibâne gezdiren bu vatan evlâtlarına, İslâmiyet hesabına müftehirâne ve taraftarâne muhabbettarım.

Sen ise, ey hamiyetfuruş sahtekâr! Türkün mefâhir-i hakikiye-i milliyesini unutturacak bir surette mecazî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârâne bir uhuvvetin var. Senden soruyorum: Türk milleti, yalnız yirmi ile kırk yaşı ortasındaki gafil ve heveskâr gençlerden ibaret midir? Hem onların menfaati ve onların hakkında hamiyet-i milliyenin iktiza ettiği hizmet, yalnız onların gafletini ziyadeleştiren ve ahlâksızlıklara alıştıran ve menhiyâta teşcî eden frenkmeşrebâne terbiyede midir? Ve ihtiyarlıkta onları ağlattıracak olan muvakkat bir güldürmekte midir?
Eğer hamiyet-i milliye bunlardan ibaretse ve terakki ve saadet-i hayatiye bu ise, evet, sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyetperver isen, ben o Türkçülükten kaçıyorum; sen de benden kaçabilirsin.
Lügatçe;
ehl-i dalâlet: Doğru ve hak yoldan sapanlar, îmân ve İslâmdan çıkmış olanlar-ilkaât: Zararlı ve aldatıcı sözlerle şaşırtmak-mülhid: Dinsiz-asabiyet-i milliyet: ırkçılık damarı-teşrik-i mesai: Birlikte çalışmak, işbirliği etmek-münâfi: Zıt, ters, aykırı-efrad: Fertler, kişiler-uhuvvet: Kardeşlik, din kardeşliği-unsuriyet: Irkçılık-menfi milliyet: milliyetçiliği ırkçılık şeklinde ele almak, diğer ırklara düşmanlık beslemek-mahdut: Sınırlı, az sayıda-istiâze: Allah`a sığınma-frenkleşmiş: Batılıları taklit eden, onlar gibi yaşayan-muvakkaten: Geçici olarak-hamiyetfuruş: Gayretkeş, hamiyetli görünmeye çalışan, hamiyet iddiasında olan-cihât-ı sitte: Altı yön, altı taraf; ön, arka, sağ, sol, alt, üst-müftehirâne: İftihar ederek, gurur duyarak-mefâhir-i hakikiye-i milliye: Gerçek millî şerefler, iftihâr edilecek şeyler-mecazî: Hakîki olmayan-unsurî: Irkî, ırkla alâkalı-garazkârâne: Garaz edercesine, kin besleyerek-menhiyât: Allah`ın yasakladığı şeyler; dînen haram edilenler; yasak edilmişler-teşcî: Cesâret verme-frenkmeşrebâne: Avrupalı tarzında yaşamaya benzer bir şekilde-hamiyet-i milliye: Milletin hak, hukuk ve nâmusunu koruma konusunda gösterilen gayret ve titizlik-terakki: Yükselme, ilerleme-milliyetperver: Milletini seven.