Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Ehl-i dünya, hususan ehl-i dalâlet, parasını ucuz vermez, pek pahalı satar.
Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukàbil,
hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye bazan vesile olur.
(Kanaatsiz müslüman) O pis hırsla, gazab ı İlâhîyi kendine celb eder ve ehl-i dalâletin rızasını celbe çalışır.
Bediüzzaman
Üstad, Mehdiyeti ve müceddiyeti Risalelere atfediyor. Bunu bir velayet tevazusu mu, yoksa hakikat olarak mı algılamak gerekir? ..
Üstad Hazretlerinin müceddidlik ve benzeri mertebeleri Risale-i Nurlara atfetmesi, hem hakikattir hem tevazudur.
Hakikattir, zira bir insan ömrüne sığmayacak ıslah vazifelerini gören Risale-i Nurlar ve onun etrafında halkalanan nurani cemaattir. Üstad Hazretlerinin mübarek kalbi belki Risale-i Nurlara ayna olup zahir olmasına vesile oldu, ama onları neşretmek noktasında ve ince iman hakikatlerinin kolay bir şekilde insanlığa izah edilmesinde tamamen vehbilik esastır. Yani İlahi lütuf sayesinde Risale-i Nurlar teşekkül etmiştir. Nasıl üzüm salkımlarının verilmesinde kuru bağ çubukları bir vesile ise Üstad Hazretlerinin şahsı da -kendi benzetmesiyle- aynı şekilde İlahi lütufların ihsan edilmesinde bir vesile ve çubuk hükmündedir. Bu noktadan Risale-i Nurlar Üstad Hazretlerinin değil Allah’ın özel bir ihsan ve ikramıdır.
Tevazu meselesinde ise böyle bir lütuf ve ikram ancak Üstad Hazretleri gibi bir manevi makam sahibine mahsustur. Yani Allah böyle kıymetli nimetleri kıymetli vesileler ile gönderiyor. Nasıl Kur’an gibi kıymetli bir hediye Hazreti Peygamber Efendimiz (asv) gibi kıymetli bir vesile ile gönderiliyor ise aynı şekilde Risale-i Nurlar gibi kıymetli bir tefsir de Üstad Hazretleri gibi yüksek bir makam sahibinin eli ile gönderiliyor demektir.
Büyük ihsanlar büyük vesileler ile gönderiliyor. Üstad Hazretleri burada kendine ve nefsine bir pay çıkarmamak için tevazu yapıyor.
Zahmetler rahmetlere inkılâp etti.
Hem dahildeki cihad-ı mânevî, mânevî tahribata karşı çalışmaktır ki, maddî değil, mânevî hizmetler lâzımdır. Onun için, ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok...
Meselâ, bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, hattâ otuz senede hapisler de, tazyikler de olduğu halde, hakkımı helâl ettim. Ve azaplarına mukabil, o biçarelerin yüzde doksan beşini tezyif ve itirazlara, zulümlere mâruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki, (“Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7) âyeti hükmünce kabahat ancak yüzde beşe verildi. O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde şekvâya hakları yoktur.
Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamlarıyla bizi, yetmiş kişiyi mahkûm etmek için su-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nur’un bazı kısımlarına yanlış mânâ vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde ispat edildiği gibi, en ziyade hücuma mâruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müdde-i umumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu. Dediler: “Bu müdde-i umumînin kızıdır.” O mâsumun hâtırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler, o Risale-i Nur’un, o mu’cize-i mâneviyenin intişarına, ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılâp etti.
Hangisi iyi?
(İman küfür karşılaştırması)
Eğer temsili fehmettinse, bak, hakikatin yüzünü de gör:
Ammâ o müzeyyen Kur'ân ise, şu musannâ kâinattır. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelîdir. Ve o iki adam ise, birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe ve hükemâsıdır; diğeri, Kur'ân ve şâkirdleridir.
Evet, Kur'ân-ı Hakîm, şu Kur'ân-ı azîm-i kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümânıdır. Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem, her biri birer harf-i mânidar olan mevcudâta mânâ-i harfî nazarıyla, yani, onlara Sâni hesâbına bakar; 'Ne güzel yapılmış, ne kadar güzel bir sûrette Sâniin cemâline delâlet ediyor' der. Ve bununla, kâinatın hakiki güzelliğini gösteriyor.
Ammâ, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, hurûf-u mevcudâtın tezyinâtında ve münâsebâtında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitâb-ı kebîrin hurufâtına mânâ-i harfî ile, yani, Allah hesâbına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip, mânâ-i ismî ile, yani, mevcudâta mevcudât hesâbına bakar, öyle bahseder. 'Ne güzel yapılmış'a bedel 'Ne güzeldir' der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müştekî eder. Evet, dinsiz felsefe hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir.
Lügatçe;
müzeyyen: Süslenmiş-musannâ: sanatlı bir şekilde yapılan-Hakîm-i Ezelî: Dâimî hüküm ve idâre sahibi olan Allah-hükemâ: Filozoflar-Kur'ân-ı azîm-i kâinat: Büyük bir Kur`ân gibi derin mânâlar ifâde eden kâinât-âlî: Yüksek, yüce-müfessir: Tefsir eden, izâh eden, anlayabildiği mânâyı söyleyen ve yazan-beliğ: maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen-âyât-ı tekviniye: kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar-harf-i mânidar: Mânâlı harf-mânâ-i harfî: bir şeyin kendisini değil de sanatkârını, ustasını, sahibini, yaratıcısını bildirip tanıtan, tarif eden mâna-Sâni: herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah-hurûf-u mevcudât: Kendi başına birşey ifâde etmeyip, Cenab-ı Hakk`ı tanıtmakla mânâ kazanan bütün varlıklar, kâinat kitabının harfleri-kitâb-ı kebîr: Büyük kitap, kâinat-hurufât: Harfler-mânâ-i ismî: Birşeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı-tahkir: Hakaret etme, aşağılama-müştekî: Şikâyetçi. -