Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
İnşaallah, yine Araplar ye’si bırakıp,
İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesânüd ve ittifak ile el ele verip
Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir...”
Bediüzzaman
ye's: ümitsizlik
tesanüd: dayanışma
ittifak: kuvvetleri birleştirme, anlaşma
('Kime hikmet verilmişse, işte ona pekçok hayır verilmiştir.' Bakara Sûresi: 269)
Hikmet-i Kur'âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak:
Bir zaman hem dindar, hem gayet san'atkâr bir hâkim-i nâmdar istedi ki, Kur'ân-ı Hakîmi maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki i'câza şâyeste bir yazı ile yazsın; o mu'ciznümâ kamete hârika bir libas giydirilsin. İşte o nakkaş zât, Kur'ân'ı pek acîb bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimâl etti. Hakâikının tenevvüüne işaret için, bâzı mücessem hurufâtını elmas ve zümrüt ile; ve bir kısmını lü'lü ve akîk ile; ve bir tâifesini pırlanta ve mercanla; ve bir nevini altın ve gümüş ile yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip, münakkaş etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes, temâşâsından hayran olup, istihsan ederdi. Bâhusus, ehl-i hakikatin nazarına, o sûrî güzellik, mânâsındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinâtın işârâtı olduğundan, pek kıymettar bir antika olmuştur.
Sonra, o Hâkim, şu musannâ ve murassâ Kur'ân'ı, bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: 'Herbiriniz, bunun hikmetine dâir bir eser yazınız.'
Evvelâ o feylesof, sonra o âlim, ona dâir birer kitap telif ettiler. Fakat feylesofun kitâbı, yalnız harflerin nakışlarından ve münâsebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifâtından bahseder; mânâsına hiç ilişmez. Çünkü, o ecnebî adam, Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı, bilmiyor ki, bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki, ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan Arabî bilmiyor; fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mâhir bir kimyâgerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam, bu san'atlara göre eserini yazdı.
Ammâ, Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit, anladı ki, o, Kitâb-ı Mübîndir, Kur'ân-ı Hakîmdir. İşte bu hakperest zât, ne tezyinât-ı zâhiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurûfun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âlî, daha gâlî, daha latîf, daha şerîf, daha nâfi, daha câmi'. Çünkü, nukuşun perdesi altında olan hakâik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrârından bahsederek, gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı.
Sonra ikisi, eserlerini götürüp o hâkim-i zîşâna takdim ettiler. O hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış; fakat hiç hakiki hikmetini yazmamış, hiçbir mânâsını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş. Çünkü, o menba-ı hakâik olan Kur'ân'ı, mânâsız nukuş zannederek, mânâ cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o hâkim-i hakîm dahi, onun eserini başına vurdu; huzurundan çıkardı.
Sonra, öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı, gördü ki, gayet güzel ve nâfi bir tefsir ve gayet hakîmâne, mürşidâne bir teliftir. 'Aferin, bârekâllah,' dedi. 'İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmiş bir san'atkârdır.' Sonra, onun eserine bir mükâfat olarak, her bir harfine mukabil, tükenmez hazînesinden on altın verilsin, irâde etti.
Lügatçe;
Hikmet-i Kur'âniye: Kur`ân`ın, kâinatın mânâlarını ve yaratılış amacını izâh etmesi-hikmet-i fenniye: Fen ilimleri. Pozitif ilimler-hâkim-i nâmdar: Şöhretli, meşhur devlet başkanı, idareci-maânî: Mânalar-kudsiyet: Yücelik ve pâklık. Kusursuzluk ve noksansızlık-kelimât: Kelimeler, sözler-i'câz: Mu`cizelik; âciz bırakmak, insanların benzerini yapmaktan âciz kaldıkları şeyi yapmak-şâyeste: Uygun, yaraşır, lâyık-mu'ciznümâ: Mu`cizeli-kamet: manevi biçim ve şekil; endam-libas: elbise-nakkaş: nakışlayan, süsleme yapan sanatkâr-Hakâik: hakikatler, gerçekler-tenevvü: çeşitlilik-mücessem: cisimleşmiş, maddi-hurufât: Harfler-münakkaş: nakışlarla süslenmiş-sûrî: dış görünüşe ait-musannâ: sanatlı bir şekilde yapılan-murassâ: kıymetli taşlarla süslenmiş-çendan: Gerçi, her ne kadar-nukuş: Nakışlar-âlî: Yüce-gâlî: kıymetli-latîf: Hoş, güzel-nâfi: faydalı-câmi': kapsamlı-hakâik-ı kudsiye: mukaddes, yüce hakikatler-envâr-ı esrâr: sırların nurları; bilinmeyen gizli şeylerin ışıkları-hâkim-i zîşân: şan ve şeref sahibi idareci-hodpesend: Yalnız kendini beğenen, mağrur-menba-ı hakâik: hakikatlerin kaynağı-hâkim-i hakîm: herşeyi hikmetle yapan ve herşeye hükmeden-müdakkik: İnceden inceye dikkatle araştıran-nâfi: faydalı, şifalı-hakîmâne: hikmetli bir şekilde, Her şeyi belli bir gaye ve fayda gözeterek yaparak-mürşidâne: hak ve doğru yolu göstererek, irşad edici. -
ZAMANIMIZIN MÜHİM ŞAHISLARINDAN
(İSLÂM DECCALI: SÜFYAN)
Bütün zamanlar için en büyük mesele olarak haber verilen deccal fitnesi, her asrın insanlarınca bilhassa manevi korku ve endişe olmuştur. Bütün dinlerde bu fitne korkusu vardır. Fakat müslümanlarca bu tehlike daha da ehemmiyetlidir. Çünkü İslam Deccalının doğrudan hak din İslamiyeti ortadan kaldırmak için çalışacağı ve devresinin bir hayli zaman süreceği yine rivayetlerden anlaşılmaktadır.
Bediüzzaman Hazretleri ve talebeleri, Risale-i Nur ile giriştikleri hizmeti imaniyelerinde bu Deccal Komitesinin devamlı baskılarına ve tarassutlarına maruz kalmışlardır. Mahkemelere verilmişler ve aleyhlerinde propoğandalar yapılmıştır.
1926 yılından 1950 yılına kadar üç defa imha için topluca ağır ceza mahkemesine verilen Bediüzzaman Hazretleri ve Nur Talebeleri, bu vesile ile mahkemelerde gereken beyanları, müdafaaları hem mahkemeye hem efkâr-ı ammeye yapmışlardır. Bu mahkemeler, sırasıyla 1935’de Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi, 1944’de Denizli Ağır Ceza Mahkemesi ve 1948’de Afyon Ağır Ceza Mahkemesidir. İslam için en dehşetli devre, bir çeyrek asır süren bu istibdad-ı mutlak devridir. İslam tarihi böyle bir fitne görmemişti.
1948’de Afyon Ağır Ceza Mahkemesinde de bu mesele mevzu edilmiş ve kahraman ve âlim Nur Talebelerinden Ahmed Feyzi Ağabey müdafaasında şöyle demiştir:
“Âhirzamanda hadîsin haber verdiği şahısların mes'elesine gelince: Bu mevzuları biz kendimiz uydurmadık. Bunların aslı dinde mevcuddur. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm bazı hadîslerle ümmet-i Muhammediyenin (A.S.M.) ömrünün binbeşyüz seneyi pek geçmeyeceğini söylüyor. O zamana kadar da ümmet-i Muhammediyenin (A.S.M.) ve dünyanın hayatında mühim tesir yapacak büyük tarih hâdiselerini, 'Kıyamet alâmetleri' diye haber veriyor.
Bunların şerri üzerine ümmet-i İslâmiyenin nazar-ı dikkatini celbediyor. Gaflet ve cehaletle bu şerlere düçar olanların ebedî şekavet ve helâket ile karşılaşacaklarını söylüyorlar. Bunlara dair sayısız dinî bürhanlar mevcuddur. Biz ki; Allah'a ve Resulüne ve Kur'ana inanmışız. Şimdi bu imanın ve peygamberin sıdkına olan bu itikadın neticesi olarak kendimizi helâk-i ebedîden kurtarmak için çalışmayalım mı? Etrafımızda olup bitenleri görmeyelim mi? 'Acaba bu tehlikeli zaman gelmiş midir? Sakın bu tehlikelere düşen nesil biz olmayalım! ' diye bunları mevcud dinî hakikatlara tatbik cehdini göstermeyelim mi? ” Şualar (563)
İşte bir hakikat kahramanı böyle diyor.
1944 yılında hapishanede iken bir mahkeme celsesinde, tahliye beklerken tutukluluk hallerinin devamına karar veren mahkemenin bu kararını bakınız Bediüzzaman Hazretleri nasıl değerlendiriyor:
“Aziz, sıddık kardeşlerim!
ا َ ل ْ خ َ ي ْ ر ُ ف ِ ى م َ ا ا خ ْ ت َ ا ر َ ه ُ ا ل ل ّ ه ُ sırrıyla, bu mes'elemizin te'hiri hayırdır. Çünki bütün mekteblerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hal ise, âlem-i İslâma ve istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat'î hüccetler ile gösteren ve isbat eden Risale-i Nur geçmesi, kemal-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hâdisedir ki; bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ i'dam olsalar, Din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur. Hiç olmazsa küfr-ü mutlaktan ve irtidaddan en mütemerridleri bir derece kurtarır, meşkuk bir küfre çıkarır, mağrurane ve cür'etkârane tecavüzlerini ta'dil eder.” Şualar (339)
Demekki âhir zamanın dehşetli şahsı ve şahıslarını bilmek ve tanımak bu kadar önemlidir. Onun ve onların muhabbetinin telkin edilmesi de bu kadar dehşetlidir.
Afyon savcısının tesbitleri çok enterasanlıklarla doludur. Bediüzzaman Hazretleri hata-savab cetveli adıyla bunları madde madde Şualar kitabına derc etmiştir. İşte bunlardan birisi:
“Bu inkılabları mevki-i mer'iyete koyan devletin bir kısım yeni kanunlarına, cebr-i keyfî-i küfrî; cumhuriyete, istibdad-ı mutlak; rejime, irtidad-ı mutlak ve bolşeviklik ve medeniyete sefahet-i mutlaka demiş.” Şualar (435)
O zaman tatbik edilen rejimin adı irtidad-ı mutlak ve bolşeviklikdir.
“Risale-i Nur'un şakirdlerinden en müdhiş bir muhalif ve rejim müessisini tel'in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder.” Kastamonu Lahikası (265)
Deccal ve rejim-i bid’akârânesi lanetlense de, fikir hürriyeti sınırlarında değerlendirilmelidir.
Bediüzzaman Hazretleri 1947 de Afyon Emirdağ’da mecburi ikamete tabi iken, o zaman o zamanın cumhurbaşkanına bir istida (dilekçe) yazmış ve bazı hakikatleri o makama bildirmiştir. Bu istida şimdi binler hatta milyonlarca basılan Nur Risalelerinde vardır ve yayınlanmaktadır. Orada Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri der ki:
“Reisicumhur'a gönderilen istidanın zeylidir ki, mecbur oldum yazmağa.
Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal'in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki: Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadîs-i şerifin ihbarıyla, Kur'ana zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.
Ben de beşyüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini, hilaf-ı hakikat olarak M. Kemal'e vermediğim için, garazkâr dostları beni yirmi senedir bahanelerle tazib ediyorlar.
Evet -mahkemede isbat ettiğim gibi- 'Şerefler, müsbet hayırlar, maddî-manevî ganîmetler orduya, cemaata verilir, tevzi' edilir; kusurlar, menfî icraatlar başa, reise verilir' diye bir kaide-i hakikatla, kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal'e verilmez.
Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle ittiham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum. Bu hakikatı mahkemede isbat ettiğim gibi, onun muannid dostlarına da isbat etmeye hazırım.
Ben bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı ve zabitlerini severim. Hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği kadar muhafaza ediyorum. Benim karşımdaki garazkâr muarızlarım, bir tek adamı sevmek yolunda, milyonlar efrada manen ihanet, belki adavet ediyorlar.
Evet çok emarelerle bildik ki; bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal'e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebebler bahanedir. Bunun için mecbur oldum ki, o muarızlarıma derim: O beni taltif etmek ve bütün vilayat-ı şarkıyeye vaiz-i umumî yapmak için Ankara'ya istedi. Ben oraya gittim. Bu gelen üç madde, beni onun dostluğundan vazgeçirdi. Yirmi sene inzivada azab çektim, dünyalarına karışmadım.
Birinci Madde: Bir hadîs-i şerifin, âhirzamanda an'anat-ı İslâmiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam, bu olduğunu ef'aliyle göstermesidir. Ben otuzaltı sene evvel o hadîsi tefsir etmiştim. Aynen bu adama manası çıkmış. Mahkemedeki müdafaatımın 'Üçüncü Esas'ında izahı var…” Emirdağ Lahikası-1 (284)
Yani bir kısmını aldığımız, reisicumhura yazılan bu istidada özellikle deniliyor ki; evvela hadîs-i şerifin haber verdiği, Kur’an zararına bir adam hadisesini bu zamanda gördüğümüz içindir. Sonra da ordunun ve askerlerin ve milletin elbirliğiyle kazanılan zaferin bir tek zata verilmesi haksızlıktır ve biz ona dost değiliz denmektedir.
Risale-i Nurlardan tesbitlere devam edeceğiz. İnşaallah…