MAVERA-Sufi Muhabbet Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Adem Kılıç
Alan:   Grup:MAVERA-Sufi Muhabbet
Tarih: 19.12.2012 01:39
Konu: Yn: Yn: [mavera-sufi-muh..]

Sabr-Sabır

Sabır, nefsin haram olan isteklerine karşı dayanması, faydasız şeylere karşı kendisini müdafaaya güç yetirebilmesidir. Bu gerçekleşirse insan; kendisini zillete ve süfli hallere sürükleyecek çirkin amelleri işlemez.
Sabır Kur’an’da yetmişten fazla âyette ve Allah Resulünün birçok hadisinde övülmüştür.
Risale-i Nur Külliyatı’nda sabır için şöyle bir sınıflandırma yapılır:
“Sen üç sabır ile mükellefsin: Birisi taat üstünde sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır.” (Sözler)
“Taat üstünde sabır,” insanın salih amel konusunda usanç duymaması, nefsinin bütün itirazlarına, şeytanın bütün oyunlarına karşı taviz vermeden daima ilerlemesidir.
“Masiyyetten sabır,” günah işlememeye sabretmek demektir. İnsanı kötülüğe teşvik eden nefsinden, günahlarla kaynaşmış toplum hayatına kadar nice düşmanlara karşı yılmadan çarpışmak ve bütün engelleri aşmakta azminden bir şey kaybetmemek sabrın ikinci koludur.
“Musibete karşı sabır” ise, insanı bir imtihan sorusu olarak yoklayan ve onun manevî terakkisinde büyük rol oynayacak olan hastalıklara, musibetlere, kıtlıklara, yokluklara, ölümlere, ayrılıklara karşı sabır göstermektir. Bu sabır, insan iradesinin Allah’a tevekkül etme, O’ndan yardım dileme ve O’nun takdirine razı olma vadisinde verdiği büyük bir mücadeledir.
Allah’ın ihsanıyla sabır imtihanını bu üç cephede de kazanan insan, azaptan kurtulur ve saadetlere nail olur.
Risale-i Kaderde beyan edildiği gibi, her hadisede iki sebep var:
Biri zâhirîdir ki, insanlar ona göre hükmederler, çok defa zulmederler.
Biri de hakikattır ki, kader-i İlâhî ona göre hükmeder,
o aynı hâdisede beşer zulmünün altında adalet eder.
Bediüzzaman Said Nursi
Kardeşlerim ve ders arkadaşlarım;
benim hatamı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrûr olacağım.
Hatta başıma dahi vursanız, Allah razı olsun diyeceğim.
Hakkın hatırını muhafaza için, başka hatırlara bakılmaz.
Bediüzzaman
Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir
Aziz kardeşlerim,
Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.
Meselâ, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hâdiselerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.
Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.
Lügatçe;
müsbet hareket: yapıcı olmak, yol göstermek, yardım etmek gibi olumlu ve tamir edici hareket, davranış-Menfî hareket: yıkmak, yakmak, saptırmak, inkâr etmek gibi olumsuz ve yıkıcı hareket, davranış-âsâyiş: bir yerin düzen ve güvenlik içinde bulunması durumu, toplumun huzuru-tahakküm: baskı, zorbalık-terzil: rezil ve alçak gösterme-Divan-ı Harb-i Örfî: Selanikten gelen hareket Ordusunun terör estirerek 31 mart 1909'da İstanbulda kurdurduğu askeri mahkeme. Bir çok suçsuz ve masumu idam etmesiyle tarihe geçmiştir-müdde-i umumî: savcı-cihad-ı mânevî: ilim, fikir, dua gibi mânevi unsurlarla din düşmanlarına karşı mücadele.
Cennet adamlar istediği gibi, Cehennem de adam ister.
Ehl-i dalâlet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’ân ile cidaldeyiz. Onların en büyük meselesi—muvakkat olduğu için—bizim meselemizin en küçüğüne—bekaya baktığı için—mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz?
ve usul-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olanyani, “Başkasının dalâleti sizin hidayetinize zarar etmez; sizler, lüzumsuz onların dalâletleriyle meşgul olmayasınız”; düsturun mânâsı: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.”
Madem bu âyet ve bu düstur, bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri mâlâyani bilip, vaktimizi zayi etmemeliyiz. Çünkü elimizde nur var, topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nurânî müdafaadır.
Bu tetimmenin yazılmasının sebeplerinden birisi:
Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye, Boğazlar hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alâkadarâne ve bilerek cevap verdi. Kalben, “Yazık! ” dedim. “Bu vazife-i nuriyede zararı olacak.” Sonra şiddetle ikaz ettim.
(Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım) bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur onlara merhamete liyakatini selb ediyor. Cennet adamlar istediği gibi, Cehennem de adam ister.
Said Nursî
Lügatçe;
Ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapan kimseler-muvakkat: geçici-cidal: mücadele-beka: sonsuzluk; âhiret-mukabil: denk, karşılık-usul-ü İslâmiyet: İslâm esasları-düstur: kâide, kural-mâlâyani: faydasız, boş-müdafaa: savunma-tetimme: ek, tamamlayıcı not-alâkadarâne: ilgilenmek suretiyle-selb: ortadan kaldırma.