Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Şu gaflet zamanında musibet şeklini değiştirmiş
Üçüncü Mesele: Her zamanın bir hükmü var. Şu gaflet zamanında musibet şeklini değiştirmiş. Bazı zamanda ve bazı eşhasta belâ, belâ değil, belki bir lûtf-u İlâhîdir. Ben şu zamandaki hastalıklı sair musibetzedeleri -fakat musibet dine dokunmamak şartıyla- bahtiyar gördüğümden, hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor. Ve bana, onlara acımak hissini iras etmiyor. Çünkü, hangi bir genç hasta yanıma gelmişse, görüyorum, emsallerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve âhirete karşı merbutiyeti var. Ondan anlıyorum ki, öyleler hakkında o nevi hastalıklar musibet değil, bir nevi nimet-i İlâhiyedir. Çünkü, çendan o hastalık onun dünyevî, fâni, kısacık hayatına bir zahmet iras ediyor, fakat onun ebedî hayatına faydası dokunuyor. Bir nevi ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bulsa, gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle, elbette hastalık hâletini muhafaza edemeyecek, belki sefahete atılacak.
Lügatçe;
eşhas: şahıslar-musibetzede: Belâya uğrayan, hastalık veya başka dertlere uğrayan-iras: Verme, meydana getirme-merbutiyet: Bağlılık-çendan: Gerçi, her ne kadar.
Adem-i kabul-kabul-ü adem
Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur'ân kelâmullah olmazsa, Arştan düşse, orta yerde kalamaz. Belki yerde en yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, ey Şeytan, yüz derece sen katmerli bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi ikna edemezsin.
Şeytan döndü, dedi:
'Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllerine Kur'ân'ı ve Muhammed'i inkâr ettirdim ve kandırdım.'
Elcevap:
Evvelâ: Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük birşey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadardır denilebilir.
Saniyen: Hem tebeî ve sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhal birşey mümkün görünebilir.
Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı ay zannetmiş, 'Ayı gördüm' demiş. İşte, muhaldir ki, hilâl o beyaz kıl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için, o muhali mümkün telâkki etmiş.
Salisen: Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır.
Adem-i kabul bir lâkaytlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.
Amma inkâr ise, o adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur.
O halde, senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Hem, ey Şeytan, bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inat ve mağlâta ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle, çok muhâlâtı intac eden küfür ve inkârı, o bedbaht, insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun.
Lügatçe;
âkıl: Akıllı-tebeî: Kasdî olmayan, dolaylı-sathî: Derinliğine dalmadan, yüzeysel-muhal: İmkânsız, mümkün olmayan-inkâr: İnanmamak, reddetmek-Adem-i kabul: Kabul`ün yokluğu, kabulsüzlük-kabul-ü adem: Yokluğu kabul etme-mağlâta: Yanıltmak için yanlışı doğru gösterme, boş ve mânâsız söz-mükâbere: Kendi sözünün haksızlığını ve karşısındakinin doğruluğunu bildiği halde gerçeği kabul etmemek ve kavga çıkarmak. Kendini büyük görmek-iğfal: Kandırma, aldatma-muhâlât: İmkânsızlıklar-intac: Netice verme, doğurma.
Cevşene nasıl muhatap olmalı?
RESUL-İ EKREM’İN (A.S.M.) küçük torunu Hz. Hüseyin’in (r.a.) oğlu, Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’nın (r.a.) torunu olan; hayatını Rabbine hakkıyla kul olma esası üzere kurmasına mukabil ümmet tarafından ‘es-Seccâd,’ yani çok secde eden lakâbıyla anılan, ‘âbidlerin süsü’ İmam Zeynelâbidîn’in rivayetine göre, Cevşenü’l-Kebîr, Hz. Peygamber’e bir gazve esnasında Cebrail’in getirdiği kudsî bir münacattır. Cebrail, Peygamber’e Cevşen’i sunduğunda, 'Zırhı çıkar, bunu al' demiştir.
Rabbimizin binbir ismiyle anıldığı bu kudsî münacat, ne yazık ki, Sünnî-Şiî çekişmeleri yüzünden neredeyse bin küsur yıl, Sünnî müslümanların uzağında kalmış durumdadır. Asırlardır Şîa’nın imanî taliminde önemli bir yer tutan bu nebevî hediye, artık, Said Nursî’nin kısır bir çekişmeyi aşan hikmetli ve engin vizyonuyla nihayet nüfuz ettiği Ehl-i Sünnet’i de kudsî mânâlarından istifadeye çağırmaktadır.
Fakat ne fecî bir hal ki, asırlar boyu kaçırılmış bir fırsat, ucuz ve basit tavırlarla, bir kez daha kaçıp gitme tehlikesiyle yüzyüze durmaktadır.
Bu tehlikenin en kritik noktasını ise, sanırım, 'Zırhı çıkar, bunu al' rivayeti oluşturmaktadır.
Bu sözden hareketle, bir esmâ-i hüsnâ manzumesi olan Cevşen, ucuz bir sigorta malzemesine dönüştürülmektedir.
Çok kereler olduğu gibi, bir kez daha, kudsî bir hakikat, basit akılların elinde ‘çok ucuza’ satılır haldedir. Heder edilmektedir.
Cevşenü’l-Kebîr, bugün, o Hafîz ve Kerîm olan bir Kadîr-i Mutlak’ın hıfz ve himayesini unuturcasına âdeta yangın, kaza ve sair belaların ‘sigorta’sı kılınır ve söz konusu rivayet bunun çıkış noktası yapılır iken, bu rivayetin asıl muradını açığa çıkaracak en basit sorular ve muhakemeler bile esirgenmektedir.
Meselâ, Cevşenü’l-Kebîr adlı, baştan sonra binbir ismiyle Rabbimize niyaz edilen, eşsiz bir tefekkür ve tezekkür manzumesi olan kudsî münacata mazhar olduktan sonra, Resul-i Ekrem (a.s.m.) ne yapmıştır?
En başta, Cevşen, bir kez olsun açılıp okunmasını imkânsız kılan deri veya metal mahfazalar içinde mi ona gelmiştir; yoksa kalbe ilka edilen kudsî mânâlar olarak mı? Resul-i Ekrem (a.s.m.) onu boynuna asarak mı yanında taşımıştır, mânâlarını kalb ve dimağına yazarak mı? Hem, Resul-i Ekrem (a.s.m.) Cevşen’in Cibril (a.s.) tarafından kendisine sunulmasından sonra, gazvelere çıkarken artık ne zırh, ne silah almayıp 'Bu Cevşen bana yeter' mi demiştir?
Bu soruların cevabının ne olduğunu, siyer kitaplarından kolaylıkla öğreniyoruz. Öncelikle, Cevşenü’l-Kebîr, o ümmî Nebî’ye (a.s.m.) yazılı veya basılı bir kitap olarak gelmemiştir. Resul-i Ekrem de, bir kul olarak üstelik, her hareketi ‘en güzel örnek’ diye kaydedilip asırlar boyu izlenecek bir güzel kul olarak zırhı kuşanma gibi, bir kulun sebepler dairesinde ifa etmesi gereken vazifeleri ihmal etmemiştir.
O halde Cebrail’in 'Zırhı çıkar, bunu al' sözündeki asıl murad nedir?
Cevşenü’l-Kebîr’i okurken, insan, bu muradın ipuçlarını, idrakinin elverdiği ölçüde kavramaya başlamaktadır.
Kısacası, zırh giydiğimiz için ölmüyor değiliz. Zırhı giyerek yaptığımız duaya mukabil, Rabbimiz bizi muhafaza buyurduğu için oklardan ve mızraklardan azadeyiz.
Cebrail aleyhisselâm, Resul-i Ekrem’e (a.s.m.) Cevşen’in makamını, önemini ve muhtevasını belirten o sözü söylerken, aslında tüm ümmete bu mesajı iletmiştir. Bu söz, “Cevşen’i hakkıyla okuyun; ve, hadsiz tehlikeler, hastalıklar ve felâketler karşısında merciinizin yalnız ve yalnız Rabb-ı Rahîm ve Kadîr-i Hakîm olduğunu derkedin,” demektedir.
Böylece, “sebepleri merci tanımaktan; merci bildiğiniz o sebeplerin acizliği ve yetersizliği karşısında aklen, kalben ve ruhen kahrolmaktan kurtulun,” demektedir. “İhtiyaçlarınıza karşı meded, düşmanlarımıza karşı dayanak noktası olarak O size yeter; Cevşen işte bunu belletir,” mesajını vermektedir.