Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
İmansızlık başka şeylere benzemiyor.
Zulümde, fıskta, kebâirde birer menhus lezzet-i şeytaniye bulunabilir.
Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok.
Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azap içinde azaptır.
Bediüzzaman
Sofestaîleri ve şeytanları utandıracak bir hezeyan-ı küfrî
Rabian: Hem, Kur'ân'ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i insaniyetin semâsında yıldızlar gibi parlayan asfiyalara, sıddıkînlere, aktablara bilmüşahede rehberlik eden ve bilbedâhe mütemadiyen hak ve hakkaniyeti, sıdk ve sadakati, emn ve emaneti umum tabakat-ı ehl-i kemâle talim eden ve erkân-ı imaniyenin hakaikiyle ve erkân-ı İslâmiyenin desâtiriyle iki cihanın saadetini temin eden ve bu icraatının şehadetiyle bizzarure hak, hâlis ve sâfi hakikat ve gayet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitabı, kendi evsâfının ve tesirâtının ve envârının zıddıyla muttasıf tasavvur edip -hâşâ, hâşâ! - tasniat ve iftiraların mecmuası nazarıyla bakmak, sofestaîleri ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şenî bir hezeyan-ı küfrî olmakla beraber; izhar ettiği din ve şeriat-ı İslâmiyenin şehadetiyle ve müddet-i hayatında gösterdiği bil'ittifak fevkalâde takvâsının ve hâlis ve sâfi ubudiyetinin delâletiyle ve bil'ittifak kendinde göründüğü ahlâk-ı hasenesinin iktizasıyla ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatin ve sahib-i kemâlâtın tasdikiyle en mutekid, en metin, en emin, en sadık bir zâtı -hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ- itikadsız, en emniyetsiz, Allah'tan korkmaz, yalandan çekinmez bir vaziyette farz edip, muhâlâtın en çirkin ve menfur bir suretini ve dalâletin en zulümlü ve zulümatlı bir tarzını irtikâb etmek lâzım gelir.
Lügatçe;
asfiya: Sâfiyet, kemâlât ve takvâ sahibi olup, Hz. Peygamberin (a.s.m.) vârisi olup, onun meslek ve gayelerini hayata geçirmeye ve tatbike çalışan âlim zât-sıddıkîn: Özü sözü bir olan evliya topluluğu-aktab: Velilerin üzerinde tasarrruf edebilen büyük mürşidler, kutuplar-bilmüşahede: görerek, görür şekilde, görme derecesinde-bilbedâhe: ap açık bir şekilde-hak ve hakkaniyet: Haktan ve doğruluktan ayrılmama, gerçeklik-sıdk ve sadakat: Doğruluk ve gerçeğe bağlılık-emn ve emanet: Emniyet, korkusuzluk ve emin olma hali-tabakat-ı ehl-i kemâl: Kemâl sâhibi insan grupları, yüksek mertebeli insanlar-erkân-ı imaniye: Îmânın şartları-hakaik: Gerçekler, hakîkatler-erkân-ı İslâmiye: İslâmın şartları-desâtir: düsturlar, prensipler-muttasıf: Vasıflanmış, kazanılmış özellik-tasniat: yapmacık hareketler-sofestaî: Allah`ı kabul etmemek için kâinatı ve kendi varlığını da inkâr eden. Hakikat namına hiçbirşeyi tanımayan ve daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefi düşünce-şenî: Kötü, çok fenâ, çirkin, günahlı iş-hezeyan-ı küfrî: Küfür saçmalığı-takvâ: Bütün günahlardan kendini korumak; dinin yasak ettiği şeylerden kaçınmak, Allah'dan korkmak-ahlâk-ı hasene: İyi, güzel ahlâk-sahib-i kemâlât: Olgunluk sahibi, kâmil insan-mutekid: İnançlı, dindar, dîni bütün-irtikâb: Bir makamı âlet ederek, hakkı olmayan para veya malı hile ile almak.
Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan?
İkinci Mesele: Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Meselâ, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehâcüm göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi, maddî musibetlere de büyük nazarıyla, ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalbde de kökleşir, bir mânevî musibeti dahi netice verir, ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazâya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi, maddî musibet hafifleşe hafifleşe, kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider. Bu hakikati ifade için bir vakit böyle demiştim:
Bırak ey biçare feryadı belâdan kıl tevekkül,
Zira feryat belâ ender hatâ ender belâdır bil.
Eğer belâ vereni buldunsa, safâ ender atâ ender belâdır bil.
Eğer bulmazsan, bütün dünya cefâ ender fenâ ender belâdır bil.
Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan? Gel, tevekkül kıl.
Tevekkülle belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.
Lügatçe;
belâ ender hatâ ender: Belâ içinde belâ, hata içinde hata-fenâ: Yokluk, yok olma-tebeddül: değişme, değişime uğrama.