MAVERA-Sufi Muhabbet Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Adem Kılıç
Alan:   Grup:MAVERA-Sufi Muhabbet
Tarih: 10.12.2012 02:16
Konu: Yn: Yn: [mavera-sufi-muh..]

Ey nefsim! Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:
Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem.
Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim; gayr istemem.
İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim.
Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim.
Hiç ender hiçim; fakat bu mevcudatı birden isterim.
Bediüzzaman

yâr-ı bâki: daimi ve sürekli dost (Allah)
Şems-i Sermed: devamlı olarak herşeyi nurlandıran ve aydınlatan Allah
hiç ender hiç: hiç içinde hiç
Ölüm ölmüyor...Ve ecel gizlidir; her vakit gelebilir.
Eğer mahpus zulmen mahkûm olmuşsa, farz namazını kılmak şartıyla, herbir saati bir gün ibadet olduğu gibi, o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup, eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevî salihlerden sayılabilirler.
Eğer fakir ve ihtiyar ve hasta ve iman hakikatlerine müştak ise, farzını yapmak ve tevbe etmek şartıyla, herbir saatleri yirmişer saat ibadet olup, hapis ona bir istirahathane ve merhametkârâne ona bakan dostlar için bir muhabbethane, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer. O hapiste durmakla, hariçteki müşevveş, her taraftaki günahların hücumuna maruz serbestiyetten daha ziyade hoşlanabilir. Hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman, bir kàtil, bir müntakim olarak değil, belki tevbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar. Hattâ Denizli hapsindeki zatların az zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarını gören bazı alâkadar zatlar demişler ki: “Terbiye için on beş sene hapse atmaktansa, on beş hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onları ıslah eder.“
Madem ölüm ölmüyor. Ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir. Ve madem kabir kapanmıyor; kafile kafile arkasında gelenler oraya girip kayboluyorlar. Ve madem ölüm, ehl-i iman hakkında idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrildiği, hakikat-i Kur’âniye ile gösterilmiş; ve ehl-i dalâlet ve sefahet hakkında, gözle göründüğü gibi, bir idam-ı ebedîdir, bütün mahbubâtından ve mevcudattan bir firâk-ı lâyezâlîdir. Elbette ve elbette, hiç şüphe kalmaz ki, en bahtiyar odur ki, sabır içinde şükretmek ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nurların dersini alarak istikamet dairesinde imanına ve Kur’ân’a hizmete çalışmaktır.
Ey zevk ve lezzete mübtelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle aynelyakîn bildim ki, hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır.
Ey hapis musibetine düşen biçareler! Madem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı. Çalışınız, âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün, tatlılaşsın.
Hapisten istifade ediniz. Nasıl bazan ağır şerâit altında, düşman karşısında bir saat nöbet bir sene ibadet hükmüne geçebilir. Öyle de, sizin bu ağır şerâit altında herbir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup o zahmetleri rahmetlere çevirir.
Lügatçe;
zulmen: haksızlıkla-çilehane-i uzlet: yalnız başına ve çile içinde ibadet edilen yer-münzevî: bir köşeye çekilip ibadetle uğraşan-müşevveş: düzensiz, karma karışık-müntakim: intikam alan-hüsn-ü ahlâk: güzel ahlâk-idam-ı ebedî: sonsuz yok oluş-ehl-i dalâlet ve sefahet: doğru ve hak yoldan sapan, inançsız kimseler ve zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olanlar-mahbubât: sevilenler, sevgililer-firâk-ı lâyezâlî: sonu olmayan ayrılık-mübtelâ: tutkun, düşkün-hüccet: delil-aynelyakîn: gözle görerek kesin bilgi edinme.
Uzaktan baktırmakla aldatıyorlar
Şeytan yine döndü, dedi ki:
'Kur'ân'ın mesâili gibi, çok zatlar o çeşit mesâili din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi? '
Cevaben, Kur'ân'ın nuruyla dedim ki:
Evvelâ: Dindar bir adam, din muhabbeti için, 'Hak böyledir, hakikat budur, Allah'ın emri böyledir' der. Yoksa, Allah'ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah'ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz.
('Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır? Zümer Sûresi: 39:32.)
düsturundan titrer.
Ve saniyen: Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten insanları iğfal ederler; fakat daimi iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, alâ küllihal, etvar ve ahvâli içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.
Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki, 'Bu sahtekârdır! '
İşte -hâşâ, yüz bin defa hâşâ- Kur'ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl ki bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz, hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün? Hem bir sinek, bir sene tamamen tavus suretini tasannusuz temâşâ ehline göstersin? Hem sahtekâr, âmi bir nefer, namdar, âli bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin? Hem müfteri, yalancı, itikadsız bir adam, müddet-i ömründe daima en sadık, en emin, en mutekid bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telâşsız göstersin, dâhilerin nazarında tasannuu saklansın? Bu ise yüz derece muhaldir; ona hiçbir zîakıl mümkün diyemez. Ve öyle de farz etmek, bedihî bir muhali vaki farz etmek gibi bir hezeyandır.
Aynen öyle de, Kur'ân'ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın semâsında bilmüşahede pek parlak ve daima envâr-ı hakaiki neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlât telâkki edilen Kitab-ı Mübinin mahiyeti -hâşâ, sümme hâşâ- bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu daima âli ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytanetinde ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız, pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.
Salisen: Hem, Kur'ân'ı beşer kelâmı farz etmek, lâzım gelir ki, âsârıyla, tesirâtıyla, netâiciyle âlem-i insaniyetin bilmüşahede en ruhlu ve hayatfeşan, en hakikatli ve saadetresan, en cemiyetli ve mucizbeyan, âli meziyetleriyle yaldızlı bir Furkan'ın gizli hakikati (hâşâ) muavenetsiz, ilimsiz birtek insanın fikrinin tasniâtı olsun, yakınında onu temâşâ eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvî dehâlar onda hiçbir zaman, hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu eserini görmesin; daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlâsı bulsun.
Bu ise, yüz derece muhal olmakla beraber, bütün ahvâliyle, akvâliyle, harekâtıyla bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlâsı, ciddiyeti, istikameti gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren en yüksek, en parlak, en âli haslet telâkki edilen ve kabul edilen bir zâtı en emniyetsiz, en ihlâssız, en itikadsız farz etmekle, muzaaf bir muhali vaki görmek gibi, Şeytanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı fikrîdir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur'ân kelâmullah olmazsa, Arştan ferşe düşer gibi sukût eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik iken, menba-ı hurafat olur. Ve o harika fermanı gösteren zat-hâşâ, sümme hâşâ -eğer Resulullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne sukut etmek ve menba-ı kemâlât derecesinden maden-i desâis makamına düşmek lâzım gelir, ortada kalamaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki buna ihtimal versin.
Lügatçe;
mesâil: Meseleler-muvakkaten: Geçici olarak-iğfal: Kandırma, aldatma-alâ küllihal: İster istemez. Her halde-etvar: Tavırlar, davranışlar; yaşayış biçim ve tarzları-ahvâl: Haller, durumlar-tasannuat: Yapmacık hareketler-tekellüfat: Zorâki ve gösterişe kapılarak yapılan hareketler-tekellüfsüz: Tabii hal, zorlanmaksızın, gösterişe kapılmadan-rasat ehli: Yıldızları gözetleyenler, astronomlar-nefer: Er, asker-müşir: Mareşal-müfteri: İftiracı-sadık: Doğru, hakikatli, sadakatlı, dürüst-mutekid: İnançlı, dindar, dîni bütün-keyfiyet: Durum, esas, nitelikiçyüz, kalite-müdakkik: İnceden inceye dikkatle araştıran-tasannu: Yapmacık hareket, zorla bir şeyi daha iyi göstermeye çalışma, sunilik-muhal: İmkânsız; olması mümkün olmayan-zîakıl: Akıl sahibi-bedihî: Delil ve ispatına lüzum olmayan, ap açık-vaki: Vukua gelen, olan, mevcut, var-kelâm-ı beşer: İnsan sözü-bilmüşahede: Bizzat şâhit olarak, görerek, görür şekilde, görme derecesinde-envâr-ı hakaik: Gerçeklerin nurları, hakikatlerin aydınlığı-yıldız-ı hakikat: hakikat parıltısı-şems-i kemâlât: Mânevî olgunluklar, mükemmellikler güneşi-Kitab-ı Mübin: Kur'an-ı kerim-âli: Yüce, yüksek-menba-ı hakaik: Gerçeklerin kaynağı-âsâr: Eserler, izler-netâic: Neticeler-hayatfeşan: Hayat saçan-saadetresan: Saadete ulaştıran, mutluluk yolu gösteren-mucizbeyan: Az sözle çok mânâ ifâde eden-âli: Yüksek, yüce-muhal: İmkânsız, mümkün olmayan-akvâl: Sözler, konuşmalar-sıddıkîn: Özü sözü bir olan yüksek zatlar-hezeyan-ı fikrî: Fikrî saçmalık-sukût: düşüş, alçalış, değer kaybediş-menba-ı hurafat: Hurâfeler kaynağı-âlâ-yı illiyyîn: Yüceler yücesi, en yüksek mertebe-esfel-i sâfilîn: Aşağıların en aşağısı-menba-ı kemâlât: Bütün mükemmelliklerin kaynağı-maden-i desâis: Hileler kaynağı.