MAVERA-Sufi Muhabbet Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Adem Kılıç
Alan:   Grup:MAVERA-Sufi Muhabbet
Tarih: 21.09.2012 02:44
Konu: Yn: Yn: [mavera-sufi-muh..]

Hz. Peygamberimizin (s.a.v.) temiz ve pak dilinden dualar
Allah’ım! Bana doğru olanı ilham et ve beni nefsimin şerrinden koru
(Tirmizî, De’avât, 70)
Demek, o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet
ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki,
Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikatbîn bir zat,
o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde,
gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun.
Bediüzzaman
Ahirzaman hadiselerine işaret eden bazı hadislerin tevilleri

İkinci vazifesi: Hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ünvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve mânevî tehlikelerden ve gazab-ı İlâhiden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır.

Üçüncü vazifesi: İnkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’âniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tâtile uğramasıyla, o zât, bütün ehl-i imanın mânevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır.

Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, mânen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici mânâsının tam sarahatini ifade ettiği için, Nur şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telâkki ediyorlar. O şahs-ı mânevînin de bir mümessili, Nur şakirtlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîde bir nevi mümessili olan biçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes’ul değiller. Çünkü ziyade hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemâl-i itikatlarının bir tereşşuhu gördüğümden, onlara çok ilişmezdim. Hattâ eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur’u aynı o âhir zamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile tevili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var; tevil lâzımdır.

Birincisi: Âhirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller; fakat hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında, o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset mânâsını ihsas eder, belki de bir hodfuruşluk mânâsını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar, Mehdî olacağım diye dâvâ ederler. Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş. Fakat herbiri, üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibarıyla, âhir zamanın Büyük Mehdî unvanını almamışlar.

Lügatçe;
Hilâfet-i Muhammediye: Hz. Muhammed’den (a.s.m.) sonra onun dâvâsının temsil edilmesi-şeâir-i İslâmiye: İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler-ihya: canlandırmak, kuvvetlendirmek-vahdet: birlik-nokta-i istinad: dayanak noktası-beşeriyet: insanlık-gazab-ı İlâhi: Allah’ın gazabı, kahrı-İnkılâbât-ı zamaniye: zamana bağlı olarak meydana gelen değişimler-ahkâm-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın hükümleri, esasları-tâtil: terk edilme-ittihad-ı İslâm: İslâm birliği-muavenet: yardımlaşma-Âl-i Beyt: peygamberimizin soyu-avam: halk-tesanüd: dayanışma-kemâl-i itikat: tam bir inanç, güvenme-tereşşuh: sızıntı, iz-hodfuruşluk: kendini beğendirmeye çalışmak, övünmek.
Peygamberimiz hakkında şüphe uyandırmak isteyen kâfir ve münafıklara Kur'an'ın verdiği cevaplar:
('Yahut Kur'ân'ı kendisi mi uydurdu diyorlar? Doğrusu onların İmân etmeye niyetleri yoktur' Tûr Sûresi: 33.)
Veyahut yalancı, vicdansız münâfıklar gibi, 'Kur'ân senin sözlerindir' diye seni ittiham mı ediyorlar? Halbuki, tâ şimdiye kadar 'Muhammedü'l-Emîn' diyerek içlerinde seni en doğru sözlü biliyorlardı. Demek onların imâna niyetleri yoktur. Yoksa Kur'ân'ın âsâr-ı beşeriye içinde bir nazîrini bulsunlar.
('Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar? ' Tûr Sûresi: 35.)
Veyahut, kâinatı abes ve gâyesiz îtikad eden felâsife-i abesiyyun gibi, kendilerini başıboş, hikmetsiz, gâyesiz, vazifesiz, hâlıksız mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gâyelerle müsmirdir; ve mevcudât, zerrelerden güneşlere kadar, vazifelerle muvazzaftır ve evâmir-i İlâhiyeye musahharlardır.
Lügatçe;
âsâr-ı beşeriye: İnsanların eserleri-nazîr: Benzer olan-felâsife-i abesiyyun: Kâinatın ve hâdiselerin başı boş, faydasız ve gayesiz, kendi kendine, Haliksız olduğuna inanmak isteyen bâtıl yoldaki felsefeciler. Zamanımızda Ekzistansializm 'Varoluşculuk' adı altında yeniden ortaya çıkan bir varlık ve hayat felsefesidir. İki kola ayrılmıştır. Bunlardan uluhiyeti inkâr edenler, hayatın, varlığın ve insanın var oluşunu abes ve gayesiz sayan ehl-i dalâlet fırkalarından biridir. Hristiyanlık dünyasında bunlara karşı çıkan ikinci kısım ise: Allah'a inanılmazsa herşeyin abes olacağını, bu sebeple Allah'a inanmanın zaruriliğini müdafaa etmektedirler-müzeyyen: Süslü-müsmir: Meyvedâr, meyveli, meyve veren; hayır ve fayda veren-mevcudât: Varlıklar-muvazzaf: Vazifeli-evâmir-i İlâhiye: Allah`ın emirleri-musahhar: Emre verilmiş, itaatkâr.