Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
KÖR İLE gören, karanlıklarla aydınlık (nur) bir değildir.”
—Ayet meali
Hz. Peygamberimizin (s.a.v.) temiz ve pak dilinden dualar
Allah'ım!
Senin rahmetini umarım, beni göz kirpimi bir an ve nefsimle baş başa bırakma, bütün işlerimi salih kıl, senden başka ilâh yoktur.
(Ebu Davud 4/324- Ahmed b. Hanbel 5/42)
Risale-i Nur Mesleğinde çok ehemmiyetle nazara verilen enaniyeti terk etmek düsturu hakkındaki sarih beyanlardan bir kısmıdır.
Bediüzzaman Hazretlerinin terk-i enaniyette nümune-i imtisal bir hali ve vasiyeti:
1- «Bu zamanda şan, şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından, âzamî ihlâs ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, mânevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur’daki âzamî ihlâs ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir mânevî sebep hissediyorum. Kendini Risale-i Nur’a vakfetmiş olan, yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu mânâyı, lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler.”» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 201)
Enaniyet en mühim bir ruhî hastalık olup şirk-i hafîye kapı açar.
2- «İHLÂSI KIRAN İKİNCİ MÂNİ: Hubb-u cahtan gelen şöhretperestlik saikasıyla ve şan ve şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celb etmekle enâniyeti okşamak ve nefs-i emmâreye bir makam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi, “şirk-i hafî” tabir edilen riyâkârlığa, hodfuruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.
Ey kardeşlerim! Kur’ân-ı Hakîmin hizmetindeki mesleğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvvetin sırrı, şahsiyetini kardeşler içinde fâni edip (haşiye) onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek olduğundan, mâbeynimizde bu nevi hubb-u cahtan gelen rekabet tesir etmemek gerektir. Çünkü mesleğimize bütün bütün münâfidir.» (Lem’alar sh: 165)
Enâniyeti terk edemeyen ehl-i diyanet, büyük hataya düşer.
Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in'idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.
Bediüzzaman
Mevt: Ölüm
Fena: yok olma
İnkıraz: son bulma, yıkılma
Firak-ı ebedi: Sonsuz ayrılış
Adem: yokluk
İn'idam: Îdâma gitmek, mahvolmak
Fâil-i Hakîm-i Rahîm: herşeyi sonsuz hikmet ve rahmetle yapan Allah
Tebdil-i mekân: yer değiştirme
Ahirzaman hadiselerine işaret eden bazı hadislerin tevilleri
Güneşin mağribten çıkması ve zeminden dâbbetü'l-arzın zuhurudur.
Amma güneşin mağripten tulûu ise, bedahet derecesinde bir alâmet-i kıyamettir. Ve bedaheti için, aklın ihtiyarı ile bağlı olan tevbe kapısını kapayan bir hadise-i semâviye olduğundan, tefsiri ve mânası zâhirdir, tevile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu kadar var ki:
Allahu a'lem, o tulûun sebeb-i zâhirîsi: Küre-i arz kafasının aklı hükmünde olan Kur'ân onun başından çıkmasıyla zemin divâne olup, izn-i İlâhî ile başını başka seyyareye çarpmasıyla hareketinden geri dönüp, garptan şarka olan seyahatini irade-i Rabbânî ile şarktan garba tebdil etmekle güneş garptan tulûa başlar. Evet, arzı şems ile, ferşi Arş ile kuvvetli bağlayan hablullahi'l-metîn olan Kur'ân'ın kuvve-i câzibesi kopsa, küre-i arzın ipi çözülür, başıboş, serseri olup aksiyle ve intizamsız hareketinden güneş garptan çıkar. Hem müsademe neticesinde emr-i İlâhî ile kıyamet kopar diye bir tevili vardır.
Amma 'dâbbetü'l-arz': Kur'ân'da, gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise, ben şimdilik, başka mes'eleler gibi katî bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: (Gaybı ancak Allah bilir) Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit belâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe'ye ebâbil kuşları musallat olmuşlar. Öyle de, Süfyanın ve deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye'cüc ve Me'cüc'ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu a'lem, o dâbbe bir nevidir. Çünkü, gayet büyük birtek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek, dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak. Belki, (Asâsını kemirmekte olan bir ağaç kurdu.' Sebe' Sûresi: 34:14) âyetinin işaretiyle o hayvan, dâbbetü'l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü'minler İmân bereketiyle ve sefahet ve su-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, İmân hususunda o hayvanı konuşturmuş.
Lügatçe;
mağrib: Batı, Güneşin battığı yön- dâbbetü'l-arz: Yerden türeyeceği hadis-i şerifle bildirilen ve âhirzamanın alâmetlerinden biri olan bir nevî canlı-zuhur: Ortaya çıkma, meydana çıkma, başgösterme-tulû: Doğma, doğuş-bedahet: Apacık, belli-ihtiyar: İrâde, kendi isteğiyle seçme ve hareket etme,-hadise-i semâviye: Gök hâdisesi-sebeb-i zâhirî: Görünürdeki sebep-şems: Güneş-hablullahi'l-metîn: sağlam, kopmaz ip-kuvve-i câzibe: Çekim kuvveti-müsademe: Çarpışma-mücmel: Çok kısaca-tekellüm: Konuşma-tuğyan: Zulüm ve küfürde çok ileri gitmek, azgınlık-Ye'cüc ve Me'cüc: Kur`ân`da bahsi geçen ve kısa boylu olacakları, ortalığı fitne, fesat ve anarşiye boğacakları bildirilen bir kavmin ismi-zîr ü zeber: Paramparça. Alt üst, karma karışık, darmadağınık-sefahet: Zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük-su-i istimalât: Kötüye kullanmalar-tecennüb: Uzaklaşmak, uzak durmak.
İHLÂSI KIRAN İKİNCİ MÂNİ: Hubb-u cahtan gelen şöhretperestlik saikasıyla ve şan ve şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celb etmekle enâniyeti okşamak ve nefs-i emmâreye bir makam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi, “şirk-i hafî” tabir edilen riyâkârlığa, hodfuruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.
Ey kardeşlerim! Kur’ân-ı Hakîmin hizmetindeki mesleğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvvetin sırrı, şahsiyetini kardeşler içinde fâni edip (HAŞİYE) onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek olduğundan, mâbeynimizde bu nevi hubb u cahtan gelen rekabet tesir etmemek gerektir. Çünkü mesleğimize bütün bütün münâfidir. Madem kardeşlerin şerefi umumiyetle her ferde ait olabilir; o büyük şeref-i mânevîyi şahsî, hodfuruşâne, rekabetkârâne, cüz’î bir şerefe ve şöhrete feda etmek, Risale-i Nur şakirtlerinden yüz derece uzak olduğu ümidindeyim.
Evet, Risale-i Nur şakirtlerinin kalbi, aklı, ruhu böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste nefs-i emmâre bulunur. Bazı da hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir, bir derece hükmünü kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder. Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı ittiham etmem. Risale-i Nur’un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat nefis ve hevâ ve his ve vehim bazan aldatıyorlar. Onun için bazan şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şiddet, nefis ve hevâ ve his ve vehme bakıyor; ihtiyatlı davranınız.
Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid’a rüzgârlarına karşı dayanamıyor.
HAŞİYE: Evet, bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir.
Lügatçe;
Hubb-u cah: makam sevgisi- şöhretperestlik: şöhreti taparcasına sevmek, aşırı düşkün olmak-teveccüh-ü âmme: insanların ilgi göstermesi, değer vermesi-şirk-i hafî: gizli şirk-uhuvvet: kardeşlik-münâfi: aykırı, zıt-hodfuruşâne: kendini beğenerek-hissiyat-ı nefsiye: nefse ait duygular-namzet: aday-Gıptakârâne: imrendirici bir şekilde-hodgâmlık: bencillik-müzâhame: bir noktada izdiham meydana getirme ve ferdlerin birbirine sıkıntı vermesi-muavin: yardımcı-zahîr: yardımcı, destek veren-tekmil: amamlamak-ulüvv-ü himmet: yüksek gayret sahibi olma-kemâlât: mükemmel ve kusursuz özellikler-ihtilâfât: anlaşmazlıklar, ihtilaflar-bid’a: dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler.