MAVERA-Sufi Muhabbet Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Adem Kılıç
Alan:   Grup:MAVERA-Sufi Muhabbet
Tarih: 30.06.2012 16:51
Konu: Yn: Yn: [mavera-sufi-muh..]

Kur’anı öğrenen ve öğreten ve içindeki hakaikı ders verenler bilmiş olsunlar ki, (kıyamet gününde) onların Cennet’e girmelerine saik ve delil ben olacağım.hadisi şerif
Onların Cennetteki duâları şöyledir: 'Allahım, Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederiz.' Aralarındaki dilekleri de hep selâmdır, iyiliktir. Duâları ise şu sözlerle sona erer: 'Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
(Yûnus Sûresi: 10.)
Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi sapıklığa meylettirme. Yüce katından bize bir rahmet bağışla. Muhakkak ki veren Sensin, duâ edip istediklerimizi bize bağışlayan Sensin.
(Al-i İmrân Sûresi: 8.)
Allahım, Efendimiz Muhammed'e, onun âl ve Ashâb ve kardeşlerine Senin için hoşnutluk ve onun için de hakkı edâ olacak bir rahmet ve selâm eyle. Bizi ve dinimizi selâmette kıl. Duâmızı kabul et ey âlemlerin Rabbi!
Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife; imanını kurtarmaktır,
başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır.
Bediüzzaman
Felç, nefsin azgınlığını kırar
Ey nüzul gibi ağır hastalıklara müptelâ olan kardeş! Evvelâ sana müjde ediyorum ki, mü'min için nüzul mübarek sayılıyor. Bunu çoktan ehl-i velâyetten işitiyordum, sırrını bilmezdim. Bir sırrı şöyle kalbime geliyor ki:

Ehlullah, Cenâb-ı Hakka vasıl olmak ve dünyanın azîm mânevî tehlikelerinden kurtulmak ve saadet-i ebediyeyi temin etmek için, iki esası ihtiyaren takip etmişler.

Birisi: Rabıta-i mevttir. Yani, dünya fâni olduğu gibi, kendisi de içinde vazifedar fâni bir misafir olduğunu düşünmekle, hayat-ı ebedîsine o suretle çalışmışlar.

İkincisi: Nefs-i emmârenin ve kör hissiyatın tehlikelerinden kurtulmak için, çilelerle, riyazetlerle nefs-i emmârenin öldürülmesine çalışmışlar.

Sizler, ey yarı vücudunun sıhhatini kaybeden kardeş! Sen ihtiyarsız, kısa ve kolay ve sebeb-i saadet olan iki esas sana verilmiş ki, daima senin vücudunun vaziyeti, dünyanın zevâlini ve insanın fâni olduğunu ihtar ediyor. Daha dünya seni boğamıyor, gaflet senin gözünü kapayamıyor. Ve yarım insan vaziyetinde bir zâta, nefs-i emmâre, elbette hevesât-ı rezile ile ve nefsânî müştehiyatla onu aldatamaz; çabuk o nefsin belâsından kurtulur.

İşte, mü'min sırr-ı imanla ve teslimiyet ve tevekkülle, o ağır nüzul gibi hastalıktan, az bir zamanda, ehl-i velâyetin çileleri gibi istifade edebilir. O vakit o ağır hastalık çok ucuz düşer.

Lügatçe;
nüzul: felç vurma-Ehlullah: Allah`a sıdk ve muhabbetle bağlanıp karşılığında onun lütfuna mazhar olmuş mübârek zât, velî-Rabıta-i mevt: Ölüm bağı; hazır zamanda ölümü ve dünyanın fânî olduğunu düşünerek nefsin tehlikelerinden kurtulmaya çalışmak-riyazet: Nefsi kırma, fâni şeylerden nefsini çekerek, kanaat içinde yaşamak-zevâl: sona erme, son-hevesât-ı rezile: Boş ve bâtıl ve günahlı şeylere âit

Kur'an mucizedir, taklit edilemez
Eğer denilse: Bazı muhakkik ulema demişler ki: 'Kur'ân'ın bir sûresine değil, birtek âyetine, hattâ birtek cümlesine, hattâ birtek kelimesine muaraza edilmez ve edilmemiş.' Bu sözler mübalâğa görünüyor ve akıl kabul etmiyor. Çünkü beşerin sözlerinde Kur'ân cümlelerine benzeyen çok cümleler var. Bu sözün sırr-ı hikmeti nedir?

Elcevap: İ'câz-ı Kur'ân'da iki mezheb var:

Mezheb-i ekser ve râcih odur ki, Kur'ân'daki letâif-i belâgat ve mezâyâ-yı maânî, kudret-i beşerin fevkindedir.

İkinci, mercuh mezhep odur ki, Kur'ân'ın bir sûresine muaraza kudret-i beşer dahilindedir; fakat Cenâb-ı Hak, mucize-i Ahmediye (a.s.m.) olarak men etmiş. Nasıl ki bir adam ayağa kalkabilir; fakat eser-i mucize olarak bir nebî dese ki, 'Sen kalkamayacaksın,' o da kalkamazsa mucize olur. Şu mezheb-i mercûha 'Sarfe Mezhebi' denilir. Yani, Cenâb-ı Hak cin ve insi men etmiş ki, Kur'ân'ın bir sûresine mukabele edemesinler. Eğer men etmeseydi, cin ve ins bir sûresine mukabele ederdi. İşte, şu mezhebe göre, 'Bir kelimesine de muaraza edilmez' diyen ulemanın sözleri hakikattir. Çünkü, madem Cenâb-ı Hak i'câz için onları men etmiş; muarazaya ağızlarını açamazlar. Ağızlarını açsalar da, izn-i İlâhî olmazsa kelimeyi çıkaramazlar.
Amma mezheb-i râcih ve ekser olan mezheb-i evvele göre dahi, o ulemanın beyan ettiği fikrin şöyle bir ince veçhi vardır ki:
Kur'ân-ı Hakîmin cümleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazı olur, bir kelime on yere bakar; onda, on nükte-i belâgat, on münasebet bulunuyor. Nasıl ki, İşârâtü'l-İ'câz namındaki tefsirde, Fâtiha'nın bazı cümleleri içinde ve
('Elif lâm mim. Şu yüce kitap ki, onda asla şüphe yoktur.' Bakara Sûresi: 2:1-2.)
cümleleri içinde, şu nüktelerden bazı numuneleri göstermişiz.
Meselâ, nasıl ki münakkaş bir sarayda, müteaddid, muhtelif nakışların düğümü hükmünde bir taşı, bütün nakışlara bakacak bir yerde yerleştirmek, bütün o duvarı nukuşuyla bilmeye mütevakkıftır. Hem nasıl ki, insanın başındaki gözbebeğini yerinde yerleştirmek, bütün cesedin münasebâtını ve vezâif-i acibesini ve gözün o vezâife karşı vaziyetini bilmekle oluyor. Öyle de, ehl-i hakikatin çok ileri giden bir kısmı, Kur'ân'ın kelimâtında pek çok münasebâtı ve sair âyetlere, cümlelere bakan vücuhları, alâkaları göstermişler. Hususan ulema-i ilm-i huruf daha ileri gidip, bir harf-i Kur'ân'da bir sayfa kadar esrarı, ehline beyan ederek ispat etmişler.
Hem madem Hâlık-ı Külli Şeyin kelâmıdır; herbir kelimesi, kalb ve çekirdek hükmüne geçebilir. Etrafında, esrardan müteşekkil bir cesed-i mânevîye kalb ve bir şecere-i mâneviyeye çekirdek hükmüne geçebilir.
İşte, insanın sözlerinde, Kur'ân'ın kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, âyetler bulunabilir. Fakat Kur'ân'da çok münasebat gözetilerek bir tarzla yerleştirildiği yerde, bir ilm-i muhit lâzım ki, öyle yerli yerine yerleşsin.

Lügatçe;
muhakkik: Hakîkatı araştırıp bulan, bir meselenin içyüzünü inceleyerek vâkıf olan, hakîkatlara hakkıyla vâkıf olan büyük İslâm âlimleri-muaraza: birbirine karşı gelmek, sözle karşılıklı mücâdele-İ'câz-ı Kur'ân: Kur`ân`ın yüksek ve erişilmez ifâdesi, mucize oluşu-mezheb: Yol, gidilen yol, tutulan çığır-Mezheb-i ekser: Ağırlıkla ve üstün olan tarz, yol-râcih: Üstün olan, tercih edilen-letâif-i belâgat: İfâdelerdeki edebî güzellik-mezâyâ-yı maânî: mana meziyetleri, yüce ve üstün manalar-mercuh: Başkası ona tercih edilmiş olan-i'câz: Mu`cizelik; âciz bırakmak, insanların benzerini yapmaktan âciz kaldıkları şeyi yapmak-nükte-i belâgat: Belâğat inceliği-münakkaş: Nakışlı, nakışlanmış. İşlemeli-müteaddid: Pekçok. Türlü türlü, çeşitli-nukuş: nakışlar-mütevakkıf: Birşeye bağlı olan-münasebât: Alâkalar, ilgiler, bağlar-vezâif-i acibe: Acip vazifeler, harika işler-vücuh: yönler-ulema-i ilm-i huruf: Harflerin dizilişi üzerinde ihtisaslaşan âlimler-Hâlık-ı Külli Şey: Her şeyin yaratıcısı olan Allah-esrar: Gizli sırlar-cesed-i mânevî: Mânevî şekil, görüntü-