Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Fahr-i Kainat (s.a.v.) Efendimizin irtihallerinden iki gün evveldi.
Bir taraflarından amcaları Hz. Abbasın oğlu Fadl, diğer taraflarından Hz. Ali (r.anhüm) tutmuş, bitkin bir halde Mescide gelmişti.
Simalarında, kelimelerle tasviri kabil olmayan bir tebessüm dalgası dolaşıyordu. Ağır ağır minbere çıktılar...
Ve mübarek yüzlerini cemaate dönerek:
Ey Müslümanlar! buyurdu. Şayet birinize karşı fena bir muamelede bulunmuşsam, onun karşılığını kabule amadeyim (hazırım) .
Kime vurduysam, işte sırtım, gelsin vursun. Kimin bende alacağı varsa, işte malım, gelsin hakkını alsın. Ashaptan bir zat, üç dirhem alacağı olduğunu söyledi.
Çünkü bu üç dirhemi, Resulüllah (s.a.v.) ın emri üzerine bir fakire sadaka vermişti. Bu para derhal kendisine ödendi. Tarih, böyle bir manzarayı ne görmüş, ne de kaydetmiştir.
O, iki cihan güneşi, alemlere rahmet, ahir zaman nebisi Efendimiz (s.a.v.) , bu derece mütevazi ve bu mertebe büyüktü. Ebedi aleme de öyle göçüyordu.
Nitekim Rabbimiz de Kuran-ı Kerimde öbür alemi ve orada kimlerin ebedi saadete kavuşacağını beyan buyururken, adeta onun, ümmete en güzel örnek olan bu eşsiz ahlakını tasvir ederek mealen şöyle buyuruyordu:
İşte ahiret yurdu! Biz onu, yeryüzünde tahakküm davasında olmayan, fesat peşinde koşmayan (böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan) kimselere veririz. En güzel akıbet, takva sahiplerinindir. (S. Kasas, 83)
Hz. Ömer radıyallahü anh anlatıyor:
*Resulüllah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: Kim çarsıya girince, La ilahe illallahü vahdehu la şerike leh, lehül-mülkü ve lehül-hamdü yuhyi ve yümitü ve hüve hayyün la yemutü bi-yedihil-hayr ve hüve ala külli seyin kadir (Allahtan baska ilah yoktur, tektir, ortağı yoktur, mülk ve hamd ona mahsustur. Hayatı o verir, ölümü de o verir. Kendisi hayattardır, ölümsüzdür. Hayırlar onun elindedir. O her seye kadirdir) duasını okursa, Allah ona bir milyon sevap yazar, bir milyon da günahını affeder ve mertebesini bir milyon derece yüceltir.
(Tirmizi, Davat 3424)
Muhakkak fitne gelmektedir. İbadı (insanları) parça parça edecektir. Ancak âlimler ondan kurtulurlar.
Senin vazifen fahr değil, şükürdür.
Sana layık olan şöhret değil, tevazudur, hacalettir.
Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedamettir.
Senin kemalin hodbinlik değil, hudabinliktedir.
Bediüzzaman
Hodbinlik: bencillik, kibirlilik
Hudabinlik: Cenâb-ı Hakkı tanımak; hak ve hakîkati görmek
Şikâyet bir haktan gelir; Allah'a karşı nasıl bir hakkın olabilir?
Ey şükrü bırakıp şekvâya giren hasta! Şekvâ bir haktan gelir. Senin bir hakkın zayi olmamış ki şekvâ ediyorsun. Belki senin üstünde hak olan çok şükürler var yapmadın. Cenâb-ı Hakkın hakkını vermeden, haksız bir surette hak istiyorsun gibi şekvâ ediyorsun. Sen, kendinden yukarı mertebelerdeki sıhhatli olanlara bakıp şekvâ edemezsin. Belki sen, kendinden sıhhat noktasında aşağı derecelerde bulunan biçare hastalara bakıp şükretmekle mükellefsin1. Senin elin kırık ise, kesilmiş ellere bak. Bir gözün yoksa, iki gözü de olmayan âmâlara bak, Allah'a şükret.
Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin. Bu sır bazı risalelerde bir temsille izah edilmiş. İcmâli şudur ki: Bir zat, bir biçareyi bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. Tam minarenin başında da en büyük bir hediyeyi veriyor. O mütenevvi hediyelere karşı ondan teşekkür ve minnettarlık istediği halde, o hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp, şükretmeyerek, yukarıya bakar. 'Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım! Niçin o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil? ' deyip şekvâya başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır. Öyle de, bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir derece-i nimet kazandığı halde, bazı arızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla veya sû-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekvâ etmek, sabırsızlık göstermek, 'Aman, ne yaptım böyle başıma geldi? ' diye rububiyet-i İlâhiyeyi tenkit etmek gibi bir hâlet, maddî hastalıktan daha musibetli, mânevî bir hastalıktır. Kırılmış elle döğüşmek gibi, şikâyetiyle hastalığını ziyadeleştirir. Âkıl odur ki, ('O kimseler ki, başlarına bir musibet geldiğinde 'Biz Allah'ın kullarıyız; dönüşümüz de ancak Onadır' derler.' Bakara Sûresi: 2:156.) sırrıyla teslim olup sabretsin, tâ o hastalık vazifesini bitirsin, gitsin.
Herşeyden önce bize doğruluk lazım
Sual: Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?
Cevap: Doğruluk.
Sual: Daha?
Cevap: Yalan söylememek.
Cevap: Sıdk, ihlâs, sadakat, sebat, tesanüd.
Sual: Yalnız...
Cevap: Evet...
Sual: Neden?
Cevap: Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekası imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.