Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
'Avrupa İslâm devletine, Osmanlı Avrupa devletine hamiledir'
O zamanlarda, Mısır Câmiü'l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi, İstanbul'a bir seyahat için geldiğinde, Kürdistan'ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek, İstanbul'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî'yi ilzam edemeyen İslâm ulemâsı, Şeyh Bahît'ten bu genç hocanın (Bediüzzaman'ın) ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahît de, bu teklifi kabul ederek bir münâzara zemini arar. Ve bir namaz vakti, Ayasofya Câmiinden çıkılıp çayhâneye oturulduğunda, bunu fırsat telâkkî eden Şeyh Bahît Efendi, Bediüzzaman Said Nursî'ye hitâben:
yani: 'Avrupa ve Osmanlı Devleti hakkında ne diyorsunuz? Fikriniz nedir? '
Şeyh Bahît Efendi Hazretlerinin bu suâlden maksadı Bediüzzaman Said Nursî'nin şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını tecrübe etmek değildi. Zaman-ı istikbâle âit şiddet-i ihâtasını ve idâre-i âlemdeki siyâsetini anlamak fikrinde idi.
Buna karşı Bediüzzaman'ın verdiği cevap şu oldu:
yani, 'Avrupa bir İslâm Devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hâmiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır.'
Bu cevaba karşı, Şeyh Bahît Hazretleri, 'Bu gençle münâzara edilmez. Ben de aynı kanaatte idim; fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifâde etmek, ancak Bediüzzaman'a hastır' demiştir. Nitekim, Bediüzzaman'ın dediği gibi, ihbarâtın iki kutbu da tahakkuk etmiş. Bir iki sene sonra Meşrûtiyet devrinde, şeâir-i İslâmiyeye muhâlif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye'de yerleştirmekle; ve şimdi Avrupa'da Kur'ân'a ve İslâmiyete karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslâmiyeti kabul etmek gibi hâdiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.
Elhasıl: Haşre [yeniden dirilişe] mâni [engel] hiçbir şey yoktur. Muktazî [gerektiricisi] ise, herşeydir. Evet, mahşer-i acaip[hayret verici toplanma yeri] olan şu koca arzı [dünyayı], âdi bir hayvan gibi imâte [öldüren] ve ihyâ eden [dirilten] ve beşer [insan] ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve güneşi onlara şu misafirhanede ışık verici ve ısındırıcı bir lâmba eden, seyyârâtı [gezegenleri] meleklerine tayyare yapan bir Zâtın, bu derece muhteşem [şahane] ve sermedî [sürekli]Rububiyeti [Allah'ın her zaman, her yerde, her mahluka muhtaç olduğu şeyleri vermesi] ve bu derece muazzam[kusursuz] ve muhît [her şeyi kapsayan] hâkimiyeti, elbette, yalnız böyle geçici, devamsız, bîkarar [kararsız], ehemmiyetsiz, mütegayyir [değişen, başkalaşan], bekàsız [devamsız], nâkıs [eksik], tekemmülsüz [kemale ermeyen, mükemmelleşmeyen] umûr-u dünya [Dünya işleri] üzerinde kurulmaz ve durmaz. Demek, Ona şayeste, daimî, berkarar [Kararlı,devamlı], zevâlsiz [sona ermeyen, yok olmayan], muhteşem bir diyar-ı âhar [Başka bir memleket] var, başka bâki [dâimî, sonu gelmez] bir memleketi vardır. Bizi onun için çalıştırır. Oraya davet eder. Ve oraya nakledeceğine, zahirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna[Huzurunda yakın olmaya] müşerref [şerefini kazanmış] olan bütün ervâh-ı neyyire [Nur saçan ruhlar] ashabı, bütün kulûb-u münevvere aktâbı [kapleri nurlu kutuplar], bütün ukul‑ u nuraniye erbabı [nurlanmış akıl sahibleri] şehadet ediyorlar ve bir mükâfat ve mücazat[ceza] ihzar ettiğini [hazırladığını] müttefikan[ittifak halinde] haber veriyorlar ve mükerreren[tekrar tekrar] pek kuvvetli vaad ve pek şiddetli tehdit eder, naklederler.
Hulfü’l-vaad [Sözünden dönme, verdiği sözü yerine getirmeme] ise, hem zillet [alçaklık, aşağılık], hem tezellüldür [Alçalmadır, küçülmedir]; hiçbir cihetle celâl-i kudsiyetine [Her türlü kusur ve noksandan uzak olan yüceliğine] yanaşamaz. Hulfü’l-vaîd [Sözünden dönme, verdiği sözü yerine getirmeme] ise, ya aftan, ya aczden [Zayıflıktan, güçsüzlükten] gelir. Halbuki küfür cinayet-i mutlakadır [Kat'i, şüphesiz cinayettir]; HAŞİYE-1 affa kabil değil. Kadîr-i Mutlak [Hiç bir kayıt ve şarta tâbi olmaksızın her şeye gücü yeten sonsuz kudret sahibi, Allah ] ise, aczden [Zayıflıktan, güçsüzlükten] münezzeh [uzak] ve mukaddestir.
Şahitler, muhbirler [habervericiler] ise, mesleklerinde, meşreplerinde [hareket tarzlarında, tavırlarında,], mezheplerinde muhtelif [farklı] oldukları halde, kemâl-i ittifakla [en yüksek seviyede fikir birliği içinde] şu meselenin esasında müttehiddirler [fikir birliği içindedirler]. Kesretçe[çoklukça] tevatür [yalan söylemelerini aklın kabullenemeyeceği kadar çokluk] derecesindedirler. Keyfiyetçe [Bir şeyin nasıl olduğu, hal, vasıf, kalite, içyüzü bakımından] icmâ [fikir birliği] kuvvetindedirler. Mevkice herbiri nev-i beşerin [insanlığın] bir yıldızı, bir taifenin [Familyanın] gözü, bir milletin azizidirler. Ehemmiyetçe şu meselede hem ehl-i ihtisas, hem ehl-i ispattırlar. Halbuki bir fende veya bir san’atta iki ehl-i ihtisas, binler başkalara müreccahtırlar [tercih edilirler] ve ihbarda[haberde] iki müsbit[İspat eden, delil ortaya koyan, ispatlayan], binler nâfîlere [yok edene, reddedene] tercih edilir. Meselâ, Ramazan hilâlinin sübutunu [meydana çıkmasını,görünmesini] ihbar eden [haber veren] iki adam, binler münkirlerin[inkarcıların] inkârlarını hiçe atarlar.
Elhasıl, dünyada bundan daha doğru bir haber, daha sağlam bir dâvâ, daha zahir [açık] bir hakikat olamaz. Demek, şüphesiz dünya bir mezradır [Ziraat yapılacak yerdir]. Mahşer ise bir beyderdir [ürünlerin toplandığı yerdir], harmandır. Cennet, Cehennem ise birer mahzendir [depolama alanlarıdır].
Haşiye-1
Evet, küfür, mevcudatın kıymetini iskat ve mânâsızlıkla itham ettiğinden, bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudat âyinelerinde cilve-i Esmâyı inkâr olduğundan, bütün esmâ-i İlâhiyeye karşı bir tezyif ve mevcudatın vahdâniyete olan şehadetlerini reddettiğinden, bütün mahlûkata karşı bir tekzip olduğundan, istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki, salâh ve hayrı kabule liyakati kalmaz. Hem bir zulm-ü azîmdir ki, umum mahlûkatın ve bütün esmâ-i İlâhiyenin hukukuna bir tecavüzdür. İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği, küfrün adem-i affını iktiza eder. [“Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür.” Lokman Sûresi, 31:13] şu mânâyı ifade eder.
Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm
Bir gün kedilere baktım; yalnız yemeklerini yediler, oynadılar yattılar. Hatırıma geldi, 'Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübârek denilir? ' Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi. Sarîh bir sûrette, 'Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm' diyerek, güyâ hatırıma gelen îtirazı ve tahkiri, tâifesi nâmına reddedip yüzüme çarptı. Aklıma geldi, 'Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur, yoksa tâifesine mi âmmdır? Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir mûterize mi münhasırdır, yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi? ' Sonra sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi sarîh değil, fakat mütefâvit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidâyette hır hırları arkasında 'Yâ Rahîm' fark edilir. Git gide hır hırları, mırmırları aynı 'Yâ Rahîm' olur. Mahreçsiz, fasîh bir zikr-i hazin olur. Ağzını kapar, güzel 'Yâ Rahîm' çeker. Yanına gelen ihvanlara hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, 'Bir derece işitiyoruz' dediler. Sonra kalbime geldi, 'Acaba şu ismin vech-i tahsîsi nedir ve ne için insan şivesiyle zikrederler, hayvan lisâniyle etmiyorlar? ' Kalbime geldi, şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nâzik ve insana karışık bir arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar. Okşandığı vakit hoşlarına giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, kelbin hilâfına olarak, esbâbı bırakıp yalnız kendi Hâlık-ı Rahîminin rahmetini kendi âleminde ilân ile, nevm-i gaflette olan insanları ikaz ve 'Yâ Rahîm' nidâsıyla, kimden meded gelir ve kimden rahmet beklenir, esbâbperestlere ihtar ediyorlar.
Lügatçe;
âmm: Herkese âit. Umuma âit, genel-mûteriz: İtiraz eden, karşı çıkan-Çendan: gerçi, her ne kadar-sarîh: açık, net-mütefâvit: Çeşitli, farklı-vech-i tahsîs: Özelleştirmenin sebebi-kelb: Köpek-esbâb: sebepler-nevm-i gaflet: Gaflet uykusu-esbâbperest: Varlıkların yaratılışlarını sebeplere bağlayan,onlardan olduğuna inanan kimse.