MAVERA-Sufi Muhabbet Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Adem Kılıç
Alan:   Grup:MAVERA-Sufi Muhabbet
Tarih: 15.04.2012 01:20
Konu: Yn: Yn: [mavera-sufi-muh..]

Bâkî yoluna sarf olunan herşey bir nevi bekaya mazhar olur.
'Yâ Bâkî Ente'l-Bâkî'
cümlesi bu hakikati ifade ediyor.
İnsanın hadsiz mânevî yaralarını tedavi etmekle beraber,
fıtratındaki gayet şiddetli arzu-yu bekayı onunla tatmin ediyor
Bediüzzaman

İnsana verilen sabır kuvveti her musibete karşı kâfi gelir
DÖRDÜNCÜ NÜKTE

Yirmi Birinci Sözün Birinci Makamında beyan edildiği gibi, Cenâb-ı Hakkın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesiyle, sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp, halihazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvâya başlar. Adeta (hâşâ) Cenâb-ı Hakkı insanlara şekvâ eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekvâ edip sabırsızlık gösterir.

Çünkü, geçmiş herbir gün, musibet ise zahmeti gitmiş, rahatı kalmış; elemi gitmiş, zevâlindeki lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bundan şekvâ değil, belki mütelezzizâne şükretmek lâzım gelir. Onlara küsmek değil, bilâkis muhabbet etmek gerektir. Onun o geçmiş fâni ömrü, musibet vasıtasıyla bâki ve mesut bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı vehimle düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak divaneliktir.

Amma gelecek günler ise, madem daha gelmemişler, içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekvâ etmek, ahmaklıktır. 'Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım' diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir. Öyle de, gelecek günlerdeki, şimdi adem olan musibet ve hastalıkları düşünüp, şimdiden onlardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belâhettir ki, hakkında şefkat ve merhamet liyakatini selb ediyor. Elhasıl, nasıl şükür nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de, şekvâ musibeti ziyadeleştirir. Hem merhamete liyakati selb eder.

Birinci Harb-i Umumînin birinci senesinde, Erzurum'da mübarek bir zat müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim. Bana dedi:
'Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım' diye acı bir şikâyet etti.
Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim:
'Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün, şimdi sürurlu yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekvâ etme. Onlara bakıp şükret. Gelecek günler ise, madem daha gelmemişler; Rabbin olan Rahmânü'r-Rahîmin rahmetine itimad edip, dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücud rengi verme. Bu saati düşün. Sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir. Divane bir kumandan gibi yapma ki, sol cenah düşman kuvveti onun sağ cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol cenahındaki düşmanın sağ cenahı daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuvvetini sağa sola dağıtıp, merkezi zayıf bırakıp, düşman ednâ bir kuvvetle merkezi harap eder.'
Dedim: 'Kardeşim, sen bunun gibi yapma. Bütün kuvvetini bu saate karşı tahşid et. Rahmet-i İlâhiyeyi ve mükâfât-ı uhreviyeyi ve fâni ve kısa ömrünü uzun ve bâki bir surete çevirdiğini düşün. Bu acı şekvâ yerinde ferahlı bir şükret.'
O da tamamıyla bir ferah alarak, 'Elhamdülillâh,' dedi, 'hastalığım ondan bire indi.'
Lügatçe;
evham: Olmayan birşeyi olur zannı ile meraklanmak, vehimler, kuruntular-tevehhüm: Zannetme, evhamlanma-mazi: Geçmiş zaman-müstakbel: İlerideki, gelecek; gelecek zaman-şekvâ: şikâyet, sızlanma-zevâl: sona erme-mütelezzizâne: lezzet alırcasına, keyifle-âlâm: elemler, acı ve üzüntüler-selbetmek: ortadan kaldırmak, gidermek-Harb-i Umumî: genel harp, dünya savaşı-sürurlu: sevinçli-adem: yokluk-vücud: var olmak-cenah: kanat, taraf-ednâ: Kücücük-tahşid: Yığma, toplama, biriktirme, kuvvetlendirme, destekleme.
Ey nefis! Ne hakla ve kime nazlanıyorsun?

Ey nefis! Ubûdiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubûdiyetle muvazzafız.
Çünkü, ey nefis! Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Halık-ı Zülcelâl sana iştihâlı bir mide verdiğinden, Rezzâk ismiyle bütün mat'umâtı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. Sonra, sana hassâsiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti o ellerin önüne koymuştur. Sonra, mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır. Sonra, nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tegaddî eden ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyeti ve imânı sana verdiğinden, daire-i mümkinât ile beraber, Esmâ-i Hüsnâ ve Sıfât-ı Mukaddesenin dairesine şâmil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir. Sonra, imânın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-i mütenâhî bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir. Yani, cismâniyetin itibâriyle küçük, zayıf, âciz, zelîl, mukayyed, mahdut bir cüz'sün. Onun ihsanıyla, cüz'î bir cüz'den, küllî bir küll-ü nurânî hükmüne geçtin. Zîrâ, hayatı sana vermekle, cüz'iyetten bir nevi külliyete; ve insaniyeti vermekle, hakiki külliyete; ve İslâmiyeti vermekle, ulvî ve nurânî bir külliyete; ve mârifet ve muhabbeti vermekle, muhît bir nura seni çıkarmış.
İşte ey nefis! Sen bu ücreti almışsın. Ubûdiyet gibi lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Halbuki, buna da tembellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da, güyâ eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimâne istiyorsun. Ve hem, 'Niçin duâm kabul olmadı? ' diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyeyi mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder. Sen, dâimâ rahmet ve keremine ilticâ et, Ona güven ve şu fermanı dinle:
('Onlara söyle ki, ancak Allah'ın lütfuyla ve rahmetiyle ferahlansınlar. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.' Yûnus Sûresi: 58.)

Lügatçe:
Ubûdiyet: Kulluk, İbadetler, Allah'a itaat-mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika: İleride verilecek mükâfatın başlangıcı-netice-i nimet-i sâbıka: Geçmişte verilen nimetin neticesi-Hayr-ı mahz: Her yönüyle hayır, mutlak hayır-vücud: var olmak, mevcud olmak-mat'umât: Yemekler, taamlar-rûy-i zemin: yeryüzü-âlem-i mülk ve melekût: Herşeyin dış ve iç yüzünün meydana getirdiği âlem, madde ve mana alemleri-tegaddî: gıdalanma, beslenme-daire-i mümkinât: Kâinât, imkân âlemi, varlığı ve yokluğu eşit olup var veya yok olmak için Allah`ın tercihine muhtaç olan yaratıklar dâiresi. (Allah`ın dışında herşey dâire-i mümkinâttandır.) -fethetmek: açmak, ortaya çıkarmak-mukayyed: Bağlı, kayıtlı, sınırlı-cüz': Kısım, parça-cüz'î: Azdan olan, parçaya âit olan, pek az, kıymetsiz-küllî: umumî, bütün, hep-küll-ü nurânî: Nurlu bütün; nurânî tam bir varoluş-külliyet: Umumilik, genelleşme, herşeyle ilgili olmak-muhît: herşeyi kuşatmış olan, kapsayıcı-mütehakkimâne: Hükmedercesine. Zorbalık edercesine-mahz-ı fazl: Fazîletin ve iyiliğin tâ kendisi.