Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Bismillahirrahmanirrahim
Hz. Ali (ra) anlatıyor: “Resulullah (sav) bir hastaya geldiği veya kendisine bir hasta getirildiği zaman şu duayı okurdu:
“Ey insanların Rabbi, acıyı gider, şifa ver, sen Şâfisin. Senin şifandan başka şifa yoktur. Senden hiçbir hastalığı hariç tutmayan şifa istiyoruz.”
(Tirmizi, Daâvat 122)
Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c) , Yûnus Suresi 15-16. ayetlerinde mealen şöyle buyuruyor:
Âyetlerimiz kendilerine apaçık birer delil olarak okunduğunda, (öldükten sonra) bize kavuşmayı ummayanlar, 'Ya (bize) bundan başka bir Kur'an getir veya onu değiştir' dediler. De ki: 'Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edecek olursam, elbette büyük bir günün azabından korkarım.'
De ki: 'Eğer Allah dileseydi, ben size onu okumazdım, Allah da size onu bildirmezdi. Ben sizin aranızda bundan (Kur'an'ın inişinden) önce (kırk yıllık) bir ömür yaşadım. Hiç düşünmüyor musunuz? '
Duâ, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı.
Yalnız aczini izhâr edip, duâ ile Ona ilticâ etmeli;
Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbîri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.
Bediüzzaman
İkinci Vecih: İnsan rızka çok mübtela olduğu için, rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mani tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için âyet-i kerime diyor ki: 'Siz ubudiyet için halkolunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlukatım ve rızıklarını deruhde ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, âdeta bana ait rızk ve it'amı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünki Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terketmeyiniz! '
Eğer bu mana olmazsa Cenab-ı Hakk'a rızık vermek ve it'am etmek muhaliyeti bedihî ve malûm olduğundan, i'lam-ı malûm kabîlinden olur. İlm-i Belâgat'ta bir kaide-i mukarreredir ki: Bir kelâmın manası malûm ve bedihî ise, o mana murad değil, onun bir lâzımı, bir tâbii muraddır. Meselâ, sen birisine desen: 'Sen hâfızsın.' O, malûmunu i'lam kabîlinden olur. Demek maksud manası budur ki: 'Ben senin hâfız olduğunu biliyorum.' Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum.
İşte bu kaideye binaen, âyet Cenab-ı Hakk'a rızık vermeyi ve it'am etmeyi nefyetmekten kinaye olan mana şudur: 'Bana ait olup ve rızıklarını taahhüd ettiğim mahlukatıma rızık yetiştirmek için halkolunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evamirime göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir.'
Lem'alar (269)
Mülkün mâliki, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.
İkinci Vecih:
Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.
Lügatçe;
şekvâ: şikâyet, sızlanmak-vecih: Cihet, yön, sebep-vücud: Mevcut olma. Var olmak-tebdil: Değiştirme, yenileme-tağyir: Bozarak değiştirme, başkalaştırma-tasaffi: Saflaşma, temizlenme, durulaşma-tekemmül: Olgunlaşma, kemâle doğru gitme-Yeknesak: Devamlı aynı halde, değişmeden, monoton-hayr-ı mahz: Hayrın tâ kendisi; mutlak hayır; tam hayır-şerr-i mahz: Her yönüyle kötü olan-adem: yokluk.
Aczini izhâr edip, duâ ile Ona ilticâ etmeli; Rubûbiyetine karışmamalı.
İmân, duâyı bir vesîle-i katiye olarak iktizâ ettiği; ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği gibi, Cenâb-ı Hak dahi 'Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var? ' meâlinde, ferman ediyor. Hem, ('Bana duâ edin, size cevap vereyim.' Mü'min Sûresi: 60.) emrediyor.
Eğer desen: 'Birçok defa duâ ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki, âyet umumidir; her duâya cevap var,' ifade ediyor.
Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her duâ için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlûbu vermek Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir.
Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: 'Yâ hekim, bana bak.'
Hekim 'Lebbeyk,' der. 'Ne istersin? ' Cevap verir.
Çocuk 'Şu ilâcı ver bana' der.
Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binâen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.
İşte, Cenâb-ı Hak Hakîm-i Mutlak, hâzır, nâzır olduğu için, abdin duâsına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzûruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat, insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizâsıyla, ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.
Hem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir; o maksadlar, gâyeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir; yoksa, o ibâdet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz.
Nasıl ki, güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir; hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsûf ve husûf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nurânî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını, o vakitte bir nevi ibâdete dâvet eder. Yoksa, o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesâbiyle muayyen olan ay ve güneşin husûf ve küsûflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bâzı duâların evkât-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; duâ ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâ eder. Eğer duâ çok edildiği halde, beliyyeler def' olunmazsa, denilmeyecek ki, 'Duâ kabul olmadı.' Belki denilecek ki, 'Duânın vakti, kazâ olmadı.' Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, belâyı ref' etse, nurun alâ nur, o vakit duâ vakti biter, kazâ olur.
Demek duâ, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhâr edip, duâ ile Ona ilticâ etmeli; Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbîri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.
Evet, hakikat-i halde, âyât-ı beyyinâtın beyânıyla sabit olan budur ki: Bütün mevcudât, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer hususi ibâdet, birer has secde ettikleri gibi; bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden, bir duâdır.
Ya istidad lisâniyledir -bütün nebâtât ve hayvanâtın duâları gibi ki, herbiri lisân-ı istidadıyla Feyyâz-ı Mutlaktan bir sûret talep ediyorlar ve esmâsına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar.
Veya ihtiyac-ı fıtrî lisânıyladır -bütün zîhayatın, iktidarları dahilinde olmayan hâcât-ı zarûriyeleri için duâlarıdır ki, herbirisi o ihtiyac-ı fıtrî lisâniyle Cevâd-ı Mutlaktan idâme-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bâzı metâlibi istiyorlar.
Veya lisân-ı ıztırârıyla bir duâdır ki, muztar kalan herbir zîruh, katî bir ilticâ ile duâ eder, bir hâmî-i mechûlüne ilticâ eder, belki Rabb-i Rahîmine teveccüh eder.
Bu üç nevi duâ bir mâni olmazsa dâimâ makbuldür.
Dördüncü nevi ki, en meşhurudur, bizim duâmızdır. Bu da iki kısımdır: Biri fiilî ve hâlî, diğeri kalbî ve kâlîdir.
Meselâ, esbâba teşebbüs, bir duâ-i fiilîdir. Esbâbın ictimâı, müsebbebi icad etmek için değil, belki lisân-ı hal ile müsebbebi Cenâb-ı Haktan istemek için, bir vaziyet-i marziye almaktır. Hattâ çift sürmek, hazîne-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi duâ-i fiilî, Cevâd-ı Mutlakın isim ve ünvânına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.
İkinci kısım, lisân ile, kalb ile duâ etmektir; eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gâyesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Duâ eden adam anlar ki, birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.
İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Duâ gibi hazîne-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medârı olan bir vesîleyi elden bırakma. Ona yapış; âlâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık. Bir sultan gibi, bütün kâinatın duâlarını kendi duân içine al, bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumi gibi ('Ancak Senden yardım isteriz.' Fâtiha Sûresi: 5.) de, kâinatın güzel bir takvîmi ol.
Lügatçe;
vesîle-i katiye: Kesin sebep, katî vâsıta-iktizâ: Gerekme, gerektirme, lazım gelme-ayn-ı matlûbu: İstenilenin tam kendisi-ünsiyet: dostluk, ahbaplık, yakınlık-hevâperestâne: Sadece yasaklanmış, haram lezzet ve heveslerin peşinde koşarcasına-ubûdiyet: kulluk, ibadet, kul olduğunu bilip Allah'a itaat etme-semerât: Meyveler, faydalar, kârlar, menfaatler-nikaplanma: perdelenme-müneccim: Astrolog-evkât-ı mahsusa: özel vakitler-sırr-ı ubûdiyet: Kulluk sırrı-livechillâh: Allah için, Allah nâmına, Allah aşkına, Allah rızasına-Rubûbiyet: Cenâb-ı Hakkın her zaman, her yerde ve her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onu terbiye etmesi ve idâresi altında bulundurması vasfı-âyât-ı beyyinât: Ap açık âyetler, deliller-lisân-ı ıztırâr: Çaresizlik ve mecburiyet dili; zaruret dili-hâmî-i mechûl: Bilinmeyen koruyucu-duâ-i fiilî: Fiilî duâ; istenilen birşeyin meydana gelmesi için lâzım gelen şartlara ve sebeplere teşebbüs etme-Esbâbın ictimâı: gerekli sebeplerin bir araya toplanması-müsebbeb: Netice; sebeplerden sonra meydana gelen şey-vaziyet-i marziye: Hoşnut olunacak hâl-metâlib: İstekler, arzular, talep edilen şeyler-âlâ-yı illiyyîn-i insaniyet: İnsanlığın en yüksek derecesi-abd-i küllî: Bütün mahlukatın ibadetlerini kendi şahsında temsil edebilen kul-takvîm: En güzel biçimde olma, düzeltme. Kıvamına koyma.