Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
İnsan bu âleme,
ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.
Bediüzzaman
İsm-i Âzamın altı nurundan
üçüncü nuruna işaret eden
Üçüncü Nükte(6)
BEŞİNCİ NOKTA
İki Meseledir.
BİRİNCİ MESELE: Sâni-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah], ism-i Hakîmin muktezasıyla [Her şeyi bir maksatla uygun ve hikmetle yaratan Allaholmasının gereği], herşeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faydalı şekli ehemmiyetle takip ettiği gösteriyor ki, israf, abesiyet, faydasızlık, fıtratta yoktur. İsraf ise, ism-i Hakîmin [Her şeyi bir maksatla uygun ve hikmetle yaratmayı gerektiren isminin] zıddı olduğu gibi, iktisat [tasarruf, her hususta itidal üzere bulunma] onun lâzımıdır [gereğidir] ve düstur-u esasıdır [temel kanunudur].
Ey iktisatsız, israflı [savurgan,tutumsuz] insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu [kuralı] olan iktisadı [tasarrufu] yapmadığından, ne kadar hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] hareket ettiğini bil; 1ك ُ ل ُ و ا و َ ا ش ْ ر َ ب و ُ ا و َ ل ا َ ت ُ س ْ ر ِ ف ُ و ا âyeti ne kadar esaslı, geniş bir düsturu [kuralı] ders verdiğini anla.
İKİNCİ MESELE: İsm-i Hakem[Allah'ın haklıyı haksızı ayırt eden ismi] ve Hakîm[Allah'ın her şeyi bir maksatla uygun ve hikmetle yaratmayı gerektiren ismi], bedâhet [inkar edilemez açıklık] derecesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletine [peygamberliğine] delâlet [işaret] ve istilzam ediyor[gerekli kılıyor] denilebilir.
Evet, madem gayet mânidar [anlamlı] bir kitap, onu ders verecek bir muallim [öğretici] ister. Ve gayet güzel bir cemâl [Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsânı ile tecellisi], kendini görecek ve gösterecek bir âyine iktiza eder [gerektirir]. Ve gayet kemâlde [kusursuz] bir san’at, teşhirci [Gösteric, Sergileyici,İlân edici] bir dellâl ister. Elbette, her bir harfinde yüzer mânâlar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebîr-i kâinatın [büyük kainat kitabının] muhatabı olan nev-i insan[insan türü] içinde, elbette bir rehber-i ekmel [kusursuz bir yol gösterici], bir muallim-i ekber [büyük bir öğretici] bulunacak. Tâ ki, o kitapta bulunan kudsî [Allah ‘a ait] ve hakikî [doğru] hikmetleri ders verecek; belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu [varlığını] bildirecek; belki kâinatın hilkatindeki [yaratılışındaki] makasıd-ı Rabbâniyenin [herşeyin Rabbi olan Allah’ın yüce maksatları, gayelerinin] zuhuruna [görünmesine], belki husulüne [meydana gelmesine] vesile olacak; ve umum[tüm] kâinatta Hâlık [her şeyi yoktan var eden, yaratan; Allah] tarafından gayet ehemmiyetle izharını [Açığa çıkarılmasını] irade [Dileme, isteme] ettiği kemâl-i san’atını [San'attaki mükemmelliği], cemâl-i esmâsını [isimlerinin güzelliğini] bildirecek, âyinedarlık edecek. Ve o Hâlık [her şeyi yoktan var eden, yaratan; Allah], bütün mevcudatla [varlıklarla] kendini sevdirmek ve zîşuur[bilinç sahibi] mahlûklarından [yarattıklarından] mukabele [karşılık] istediğinden, o zîşuurların [bilinç sahiplerinin] namına [adına] birisi o geniş tezahürât-ı rububiyete [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesinin gözle görülür olmasına] karşı geniş bir ubudiyetle [kullukla] mukabele edip [karşılık verip], ber [kara] ve bahri [denizi] cezbeye [heyecana] getirecek, semâvat [gökyüzü] ve arzı [yer yüzünü] çınlatacak bir velvele-i teşhir ve takdisle [güzellikleri sergilemek ve bütün eksikliklerden uzak görmeyi dile getiren seslerle] o zîşuurların [şuur sahiplerinin] nazarını [dikkatlerini] o san’atların Sâniine [Her şeyi san'atlı olarak yaratan Allah’a] çevirecek; ve kudsî [Allah’a ait] dersler ve talimatla [emirle] bütün ehl-i aklın [akıl sahiplerinin] kulaklarını kendine çevirecek bir Kur’ân-ı Azîmüşşanla [büyük şeref sahibi kur’anla], o Sâni-i Hakem-i Hakîmin[her bir varlığın bütün keyfiyetleri hakkında genel hüküm veren ve o hükme göre sebepleri ve eşyayı hikmetle sevk edip san’atla yaratan Allah’ın] makasıd-ı İlâhiyesini [ilahi maksatlarını] en güzel bir surette gösterecek; ve bütün hikmetlerinin tezahürüne[görünmesine] ve tezahürât-ı cemâliye ve celâliyesine [güzelliklerinin ve büyüklük ve azametinin görünmesine] karşı en ekmel [mükemmel] bir mukabele edecek [karşılık verecek] bir zât, güneşin vücudu gibi bu kâinata lâzımdır[gereklidir], zarurîdir[zorunludur].
Ve öyle eden ve en ekmel [kusursuz] bir surette o vazifeleri [görevleri] yapan, bilmüşahede [bizzat şahit olan], Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Öyleyse, güneş ziyayı[ışığı], ziya[ışık] gündüzü istilzam ettiği [Gerektirdiği] derecede, kâinattaki hikmetler risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) istilzam[gerektirir] eder.
Evet, nasıl ki ism-i Hakem ve Hakîmin [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını ve her şeyi hikmetle yarattığını ifade eden isimleri] cilve-i âzamı [En büyük tecellîsi] ile, âzamî [En büyük] derecede risalet-i Ahmediyeyi [Peygamber Efendimiz'in (a.s.m.) peygamberliği] iktiza ediyor [gerektiriyor]; öyle de, Esmâ-i Hüsnâdan[Allah’ın güzel isimlerinden] Allah, Rahmân, Rahîm, Vedûd, Mün’im, Kerîm, Cemîl, Rab gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i âzamla[en yüksek derecede görünmesi ile], âzamî derecede ve mertebe-i kat’iyette[kesinlik derecesinde] risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) istilzam ederler[gerektirirler].
Meselâ, ism-i Rahmân‘ın cilvesi olan rahmet-i vâsia [Bütün mahlukatı içine alan genişlikte ve bol rahmeti], o Rahmeten li’l-Âlemîn [alemlere rahmet olması] ile tezahür eder [görünür]. Ve ism-i Vedûdun [Çok şefkatli olan ve çok sevgi beslenen, seven ve sevilen Allah’ın] cilvesi[tecillisi, görünmesi] olan tahabbüb-ü İlâhî [Allah’ın sevgisi] ve taarrüf-ü Rabbânî [Cenâb-ı Allah'ın kendini tanıtması, bildirmesi], o Habib-i Rabbü’l-Âlemîn [Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın sevgilisi, Hz. Muhammed] ile netice verir, mukabele[karşılık] görür. Ve ism-i Cemîlin [Cenâb-ı Hakk'ın Cemîl isiminin] bir cilvesi [tecellisi] olan bütün cemâller[güzellikler], yani, cemâl-i Zât [zatının güzelliği], cemâl-i esmâ [isimlerinin güzelliği], cemâl‑ i san’at [sanatının güzellüği], cemâl-i masnuat [Cenâb-ı Allah'ın yarttıklarındaki sanatkârane, güzellik] o âyine-i Ahmediyede [bir ayna gibi peygamberimiz Hz.Muhammed’de] görülür, gösterilir. Ve haşmet-i rububiyetin [Rabb'lığın, idare ve terbiye ediciliğin haşmeti, heybeti, büyüklüğünün] ve saltanat-ı ulûhiyetin[Allah’ın hakimiyetinin, otoritesinin] cilveleri[yansımaları] dahi, o dellâl-ı saltanat-ı rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiye saltanatının ilancısı] olan zât-ı Ahmediyenin [peygamberimizin zatının] risaletiyle [peygamberliği ile] bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir. Ve hâkezâ, bu misaller gibi, ekser Esmâ-i Hüsnânın herbiri, risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) birer parlak burhandır [delildir].
Elhasıl, madem kâinat mevcuttur [vardır] ve inkâr edilmiyor. Elbette kâinatın renkleri, ziynetleri [süsleri], ışıkları, ziyaları, san’atları, hayatları, rabıtaları[bağları] hükmünde olan hikmet [fayda, gaye], inâyet [Yardım, ihsan, lütuf], rahmet [Acıma, merhamet etme, esirgeme, bağışlama, şefkat gösterme], cemâl [Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsânı ile tecellisi], nizam[düzen kural], mizan [Ölçü], ziynet [süs] gibi meşhud [şahid olunan] hakikatler [gerçekler], hiçbir cihetle inkâr edilmez. Madem bu sıfatların, fiillerin inkârı[reddi] mümkün değildir. Elbette o sıfatların mevsufu [vasıfları] ve o fiillerin fâili [işleyeni] ve o ziyaların güneşi olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücud [varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Zât, Allah], Hakîm [her işini hikmetle ve belli bir sebeple yapan Allah], Kerîm [sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Allah], Rahîm[rahmeti herşeyi kuşatan her bir varlığa ayrı ayrı şefkatini gösteren Allah], Cemîl [bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi Allah], Hakem [her bir varlık hakkında hikmetle küllî (genel) hüküm veren], Adl [sonsuz adalet sahibi olan Allah] dahi hiçbir cihetle inkâr[ret] edilmez ve inkârı kabil [mümkün] olmaz. Ve elbette o sıfatların ve o fiillerin medar-ı zuhurları [görünme sebebi], belki medar-ı kemâlleri [mükemmellik sebebi], belki medar-ı tahakkukları [gerçekleşme sebebi] olan rehber-i ekber [en büyük yol gösterici], muallim-i ekmel[kusursuz öretici] ve dellâl-ı âzam [büyük duyurucu] ve tılsım-ı kâinatın[kainatın sırlarının]keşşafı [keşfedicisi] ve âyine-i Samedânî[Allah’ın sanatının yansıtıcısı] ve Habi Rahmânî[Rahmet ve merhamet sahibi olan Allah'ın sevgili peygamberi] olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın risaleti [peygamberliği] hiçbir cihetle inkâr edilmez. Âlem-i hakikatin ve hakikat-i kâinatın [kainatın gerçeklerinin] ziyaları [ışıkları] gibi, bunun risaleti [peygamberliği] dahi, kâinatın en parlak bir ziyasıdır.
1- “Yiyin, için, fakat israf etmeyin.” A’râf Sûresi, 7:31.
2-Günlerin âşireleri ve mahlûkatın zerreleri sayısınca ona ve âl ve ashabına salât ve selâm olsun.
3-“Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.
('Eyyüb de hatırla ki, Rabbine şöyle niyaz etmişti: 'Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.'' Enbiyâ Sûresi: 21:83.)
SABIR KAHRAMANI Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın şu münâcâtı, hem mücerreb, hem tesirlidir. Fakat, âyetten iktibas suretinde, bizler münâcâtımızda (Ey Rabbim! Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.) demeliyiz.
Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın meşhur kıssasının hülâsası şudur ki:
Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükâfâtını düşünerek, kemâl-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra, yaralarından tevellüd eden kurtlar kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlâhiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye için demiş: 'Yâ Rab, zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor' diye münâcât edip, Cenâb-ı Hak o hâlis ve sâfi, garazsız, lillâh için o münâcâtı gayet harika bir surette kabul etmiş, kemâl-i âfiyetini ihsan edip envâ-ı merhametine mazhar eylemiş.
İşte bu Lem'ada Beş Nükte var.
BİRİNCİ NÜKTE
Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın zâhirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb'den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.
Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdid ediyordu. Bizim mânevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor. O münâcât-ı Eyyübiyeye, o hazretten bin defa daha ziyade muhtacız.
Bahusus, nasıl ki o hazretin yaralarından neş'et eden kurtlar kalb ve lisanına ilişmişler. Öyle de, bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler -neûzu billâh- mahall-i İmân olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar.
Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.
Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicab ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor.
Hem meselâ, Cehennem azâbını intac eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennemin tehdidâtını işittikçe istiğfarla ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, Cehennemin inkârına cesaret veriyor.
Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultân-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan, bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-i İlâhiyeye dair kalbe gelse, katî bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki, inkâr vasıtasıyla, gayet cüz'î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlarla o sıkıntıdan daha müthiş mânevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hâkezâ, bu üç misale kıyas edilsin ki, ('Kazandıkları günahlar, kalblerini kaplayıp karartmıştır.' Mutaffifîn Sûresi: 83:14.) sırrı anlaşılsın.
(Devam edecek)
Lügatçe;
münâcât: Duâ, yakarış-mücerreb: Denenmiş, tecrübe edilmiş-tevellüd: Doğma, doğum-marifet-i İlâhiye: Allah bilme-vazife-i ubudiyet: Kulluk vazifesi-halel: Bozukluk, eksiklik-ubudiyet-i İlâhiye: Allah için yapılan ibadet,kulluk-garazsız: safi, menfaat beklemeden-Nükte: İnce mânâlı söz; ancak dikkatle anlaşılabilen mânâ-bâtınî: İçe âit, içte olan-bâtın-ı kalb: Kalbin içi, mânevî yönü-zevk-i ruhanî: Rûhâ âit zevk-istiğfar: Cenâb-ı Allah`tan kusurların affedilmesini, günâhların bağışlanmasını isteme-ıttıla: Haberdar olma, öğrenme-hicab: utanma, arlanma-vücud: Mevcut olma. Var olmak-emâre: işaret, belirti, iz-intac: Netice verme, doğurma-adem: Yokluk-tekdir: azarlama-mükerrer: Birçok kere tekrarlanmış-adâvet-i İlâhiye: Allah`a karşı olan düşmanlık-işmam: hissettirmek.
İnsanın Asıl Vazifesi nedir?
İmân, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi İmân ve duâdır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.
Şu meselenin binler delillerinden yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o meseleye vâzıh bir delildir ve bir bürhan-ı kâtidir.
Evet, insaniyet İmân ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü hayvan, dünyaya geldiği vakit, âdetâ başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir; yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün şerâit-i hayatiyesini ve kâinatla olan münâsebetini ve kavânîn-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur. İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder; yani ona ilham olunur. Demek, hayvanın vazife-i asliyesi taallümle tekemmül etmek değildir; ve mârifet kesb etmekle terakkî etmek değildir; ve aczini göstermekle meded istemek, duâ etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir.
İnsan ise, dünyaya gelişinde, her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına câhil. Hattâ yirmi senede tamamen şerâit-i hayatı öğrenemiyor. Belki, âhir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç. Hem gayet âciz ve zayıf bir sûrette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder; hayat-ı beşeriyenin muâvenetiyle ancak menfaatlerini celb ve zararlardan sakınabilir.
Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi taallümle tekemmüldür, duâ ile ubûdiyettir. Yani, 'Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikâne terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lûtuflarıyla böyle nâzeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum? ' bilmektir. Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dâir, Kâdiü'l-Hâcâta lisân-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır; ve istemek ve duâ etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-i ubûdiyete uçmaktır.
Demek, insan bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibâriyle her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esâsı ve mâdeni ve nuru ve ruhu, mârifetullahtır. Ve onun üssü'l-esâsı da imân-ı billâhtır.
Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta mâruz ve hadsiz a'dânın hücumuna mübtelâ ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imândan sonra duâdır. Duâ ise, esâs-ı ubûdiyettir. Nasıl, bir çocuk, eli yetişmediği bir merâmını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister; yani, ya fiilî, ya kavlî lisân-ı acziyle, bir duâ eder, maksuduna muvaffak olur. Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nâzik, nâzenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânirrahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla duâ etmek gerektir; tâ ki, makâsıdı ona musahhar olsun veya teshîrin şükrünü edâ etsin. Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, 'Ben kuvvetimle bu kâbil-i teshîr olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acîb şeyleri teshîr ediyorum. Ve fikir ve tedbîrimle kendime itaat ettiriyorum' deyip küfrân-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıd olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini müstehak eder.
Lügatçe;
vazife-i asliye: Asıl vazife-vâzıh: açık-tekemmül: Olgunlaşma, gelişme-şerâit-i hayatiye: Hayat şartları-kavânîn-i hayat: hayat kanunları-meleke: Birşeyi çok defa tekrarlayarak ve tecrübe ederek meydana gelen bilgi ve maharet-taallüm: İlim edinme, öğrenme, ders okuyarak öğrenme-taammül: Amel etmek, iş yapmak-ubûdiyet-i fiiliye: Fiilî kulluk, işini yapmakla ibadet etmiş olmak-hayat-ı beşeriye: İnsanların ortak hayatı-hâcât: İhtiyaçlar-Kâdiü'l-Hâcât: Bütün ihtiyaçları yerine getiren Allah-cenah: Kanat-makam-ı âlâ-i ubûdiyet: Kulluğun en yüce makamı-ulûm-u hakikiye: Gerçek ilimler-mârifetullah: Allah`ı bilme; isim ve sıfatlarıyla tanıma, yaratıkları ve Kur`ânî hakîkatleri tefekkür ve tahsil ile veya Allah`ın ihsanı ile kalbî inkişaf ve basîrete sahip olmak-imân-ı billâh: Allah`a inanmak-a'dâ: düşman-metâlib: İstekler, arzular-esâs-ı ubûdiyet: Kulluğun esası-zîhayat: canlılar, hayat sahipleri-teshîr: İtaat ettirmek, boyun eğdirmek, emir altına almak-küfrân-ı nimet: Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği nîmetleri bilmeme ve hürmetsizlik etme, nankörlük.