MAVERA-Sufi Muhabbet Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Adem Kılıç
Alan:   Grup:MAVERA-Sufi Muhabbet
Tarih: 03.04.2012 23:57
Konu: Yn: Yn: [mavera-sufi-muh..]

Başkalarını sık sık affedin, fakat kendinizi ve nefsinizi asla.
Zübeyir Gündüzalp (ra)

İsm-i Âzamın altı nurundan
üçüncü nuruna işaret eden
Üçüncü Nükte(4)
ÜÇÜNCÜ NOKTA(2)
Ve fenn-i elektrikten [elektrik biliminden] sorulsa, “Bu âlem nedir? ” Elbette diyecek:
Bu muhteşem [şahane] saray-ı kâinatın [kainat sarayının] damı[binası], gayet intizamlı [düzenli], mizanlı [ölçülü], hadsiz [sınırsız] elektrik lâmbalarıyla tezyin edilmiştir [süslenmiştir]. Fakat o kadar harika bir intizam [düzen] ve mizanladır [ölçülerdir] ki, başta güneş olarak, küre-i arzdan [dünyadan] bin defa büyük o semâvî lâmbalar, mütemadiyen [devamlı] yandıkları halde muvazenelerini [Dengelerini] bozmuyorlar, patlak vermiyorlar, yangın çıkarmıyorlar. Sarfiyatları [masrafları] hadsiz [sınırsız] olduğu halde, vâridatları [varlıkları-ihtiyaçları] ve gazyağları ve madde-i iştialleri [tutuşturucu yanıcı maddeleri] nereden geliyor? Neden tükenmiyor? Neden yanmak muvazenesi [dengesi] bozulmuyor? Küçük bir lâmba dahi muntazam bakılmazsa söner. Kozmoğrafyaca [Astronomi bilimince], küre-i arzdan [yer küreden] bir milyondan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan güneşi HAŞİYE-1 kömürsüz, yağsız yandıran, söndürmeyen Hakîm-i Zülcelâlin [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeyi hikmetle yapan Allah’ın] hikmetine, kudretine bak, “Sübhânallah” de. Güneşin müddet-i ömründe geçen dakikaların âşirâtı [dakikanın sâniye, sâlise gibi on birim küçüğü olan zaman dilimleri] adedince “Mâşaallah, bârekâllah, lâ ilâhe illâ Hû” söyle.
Demek bu semâvî lâmbalarda gayet harika bir intizam [düzen] var. Ve onlara çok dikkatle bakılıyor. Güya o pek büyük ve pek çok kütle-i nâriyelerin [ateş kütlesinin] ve gayet çok kanâdil-i Nuriyelerin [nurani kandillerin] buhar kazanı ise, harareti [Ateş, yanma] tükenmez bir Cehennemdir ki, onlara nursuz hararet veriyor. Ve o elektrik lâmbalarının makinesi ve merkezî fabrikası daimî bir Cennettir ki, onlara nur ve ışık veriyor; ism-i Hakem [her bir varlığın bütün keyfiyetleri hakkında genel hüküm veren ve onları hikmetle bir plân ve sistem içine alan Allah] ve Hakîmin [herşeyi hikmetle belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah’ın] cilve-i âzamıyla [en büyük derecede görünmesiyle], intizamla[düzenli bir şekilde] yanmakları devam ediyor.
Ve hâkezâ [öylede], bunlara kıyasen, yüzer fennin herbirisinin kat’î şehadetiyle [şahitliği ile], noksansız bir intizam-ı ekmel [kusursuz bir düzen] içinde, hadsiz[sınırsız ] hikmetler, maslahatlarla [yaratış gayelerine uygun her şey yerli yerinde] bu kâinat tezyin edilmiştir [süslenmiş, donatılmıştır]. Ve o harika ve ihatalı[Tam kuşatıcı] hikmetle [Kâinattaki ve yaratılıştaki İlâhî gaye ile] mecmu-u kâinata [kainatın tamamına] verdiği intizam [düzen] ve hikmetleri, en küçük bir zîhayat [canlı] ve bir çekirdekte, küçük bir mikyasta [ölçekte] derc etmiştir [yerleştirmiştir]. Ve malûm [biliniyor] ve bedihîdir [açıktır] ki, intizamla [düzenle] gayeleri [amaçları] ve hikmetleri[yaratılıştaki İlâhî gayeleri] ve faydaları takip etmek, ihtiyar ile, irade ile, kast ile, meşiet[Dileme, istek, arzu] ile olabilir, başka olamaz. İhtiyarsız, iradesiz, kastsız, şuursuz esbab[sebebler] ve tabiatın işi olmadığı gibi, müdahaleleri dahi olamaz.
Demek bu kâinatın bütün mevcudatındaki[varlıklarındaki] hadsiz [sınırsız] intizamat [düzenler] ve hikmetleriyle[yaratılıştaki İlâhî gayeleri ile] iktiza ettikleri [gerektirdikleri] ve gösterdikleri bir Fâil-i Muhtârı[İstediğini yapan, kendi iradesiyle faaliyette bulunan, hakiki müessir olan Allah’ı], bir Sâni-i Hakîmi[Hikmet sahibi olan, her şeyi san'atla ve hikmetle yaratan Allah’ı] bilmemek veya inkâr etmek, ne kadar acip bir cehalet [İlâhi hakikatlerden habersiz olma, bilgisizlik] ve divanelik [Delilik] olduğu tarif edilmez. Evet, dünyada en ziyade [en çok] hayret edilecek birşey varsa, o da bu inkârdır. Çünkü kâinatın mevcudatındaki [varlıklarındaki] hadsiz intizâmât [düzenler]ve hikmetleriyle vücut [varlığı inkar edilemez] ve vahdetine [bir olduğuna] şahitler bulunduğu halde Onu görmemek, bilmemek, ne derece körlük ve cehalet [bilgisizlik] olduğunu, en kör cahil de anlar. Hattâ, diyebilirim ki, ehl-i küfrün [inkarcıların] içinde, kâinatın vücudunu [varlığını] inkâr ettiklerinden ahmak zannedilen Sofestâîler [Allah'ı kabul etmemek için kâinatı ve kendi varlığını da inkâr eden], en akıllılarıdır. Çünkü, kâinatın vücudunu kabul etmekle Allah’a ve Hâlıkına inanmamak kabil ve mümkün olmadığından, kâinatı inkâra başladılar. Kendilerini de inkâr ettiler, “Hiçbir şey yok” diyerek, akıldan istifa ederek, akıl perdesi altında sair münkirlerin [inkarcıların] hadsiz akılsızlıklarından kurtulup bir derece akla yanaştılar.
Haşiye-1
Acaba dünya sarayını ısındıran güneş sobasına veyahut lâmbasına ne kadar odun ve kömür ve gazyağı lâzım olduğu hesap edilsin. Hergün yanması için—kozmoğrafyanın sözüne bakılsa—bir milyon küre-i arz kadar odun yığınları ve binler denizler kadar gazyağı gerektir. Şimdi düşün: Onu odunsuz, gazsız, daimî ışıklandıran Kadîr-i Zülcelâlin haşmetine, hikmetine, kudretine, güneşin zerreleri adedince “Sübhânallah, mâşaallah, bârekâllah” de.
Namazdan daha önemli iş var mı?

Eğer desen: 'Beni namazdan ve ibâdetten alıkoyan ve fütur veren, öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i maîşetin zarûrî işleridir.'
Öyle ise, ben de sana derim ki: Eğer yüz kuruş bir gündelik ile çalışsan, sonra biri gelse, dese ki, 'Gel on dakika kadar şurayı kaz. Yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın.' Sen ona, 'Yok, gelmem. Çünkü on kuruş gündeliğimden kesilecek. Nafakam azalacak' desen, ne kadar divânece bir bahane olduğunu elbette bilirsin.

Aynen onun gibi, sen, şu bağında nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terk etsen, bütün sa'yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır. Eğer, sen, istirahat ve teneffüs vaktini ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medâr olan namaza sarf etsen, o vakit bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan iki mâden-i mânevî bulursun:

Birinci mâden: Bütün bağındaki yetiştirdiğin, çiçekli olsun, meyveli olsun, her nebâtın, her ağacın tesbihâtından, güzel bir niyet ile, bir hisse alıyorsun.

İkinci mâden: Hem, bu bağdan çıkan mahsülâttan kim yese -hayvan olsun, insan olsun, inek olsun, sinek olsun, müşteri olsun, hırsız olsun- sana bir sadaka hükmüne geçer; fakat o şart ile ki, sen, Rezzâk-ı Hakiki nâmına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve Onun malını Onun mahlûkatına veren bir tevzîât memuru nazarıyla kendine baksan.

İşte, bak, namazı terk eden ne kadar büyük bir hasâret eder, ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder! Ve sa'ye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i mânevî temin eden o iki neticeden ve o iki mâdenden mahrum kalır, iflas eder. Hattâ, ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir. 'Neme lâzım,' der. 'Ben zâten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti ne için çekeceğim? ' diyecek, kendini tenbelliğe atacak. Fakat evvelki adam der: 'Daha ziyâde ibâdetle beraber, sa'y-i helâle çalışacağım. Tâ, kabrime daha ziyâde ışık göndereceğim. Âhiretime daha ziyâde zahîre tedârik edeceğim.'

Lügatçe;
fütur: Usanç, gevşeklik-derd-i maîşet: geçim derdi-nafaka: Yiyecek parası, geçinmek için gerekli olan şey-sa'y: Gayret, çalışma, emek-semere: Netice, kâr, meyve-münhasır: Yalnız bir şeye mahsus olan-nafaka-i uhreviye: Âhirete âit gerekli şeyler-zâd-ı âhiret: Ahiret yiyeceği; hayır ve ibâdetler. Ahiret için hazırlık-nebât: bitki-tesbihât: Tesbihler; Allah`ı eksik sıfatlardan tenzih etmeler-Rezzâk-ı Hakiki: Gerçek rızık verici olan Cenâb-ı Hak-tevzîât memuru: Dağıtımla görevli memur-hasâret: Zarar-kuvve-i mânevî: manevi kuvvet-sa'y-i helâl: Helâl kazanç için çalışma.