MAVERA-Sufi Muhabbet Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Adem Kılıç
Alan:   Grup:MAVERA-Sufi Muhabbet
Tarih: 20.03.2012 23:44
Konu: Yn: Yn: [mavera-sufi-muh..]

Tükürün ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!
Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul'u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü'l-Hikmeti'l-islâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: 'Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.'

Ben dedim: 'Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne! ' demiştim.

Üstad’ın hiperaktif kişiliği, öğrenme ve öğretme modeli, duygusal dünyası, bilimsel metodolojisi, toplumsal dönüşüm mantığı, dini yaşama ve yaşatma kararlılığının psikolojik dayanakları ve kişisel yönelimi gibi, şimdiye kadar hemen hemen irdelenmemiş alanlarda uzman kişiliğiyle geziniyor.

Diyebilirim ki, Bediüzzaman hakkında lehte yahut aleyhte, şimdiye kadar ezberletilmiş öngörüleri tekrarlayanlar için bu kitap yeni bir ufuk, taze bir başlangıç olabilir.

Bendeniz ise Bediüzzaman’ın “kardeşlik formülü” çerçevesinde söylediklerine takılıp kaldım. Çünkü hem millet olarak, hem de bölgenin en güçlü devleti olarak Bediüzzaman’ın bu düşüncelerine ihtiyacımız var.

Bediüzzaman’ın hayatına baktığımız zaman kimseyi kendisine “düşman” saymadığını, kimseye düşmanlık etmediğini gözlemleyebiliyoruz...

İncindi ama incitmedi, kırıldı, ama kırmadı... Farklı düşünüyor diye kimseyi hizmetten dışlamaya kalkışmadı.

Bediüzzaman’a göre asıl düşmanlar, “cehalet, zaruret ve ihtilaf”tı. Tümü bilgisizliğin çocuğuydu. Onlara karşı savaşmanın ve kazanmanın yolu eğitimden, çalışmaktan ve ittifaktan geçiyordu. Bunların kaynağı da Kur’an’dı.

Bediüzzaman inkâr-ı uluhiyet (Allah’ı inkar) fikrine karşı öyle bir uhuvvet çerçevesi çiziyor ki, değil kendilerini “Müslüman” olarak tanımlayan Aleviler, Hıristiyan ruhaniler bile çerçevenin dışında kalmıyor. Artık bu müsamahanın neresinde olduğumuzu tartışabiliriz.

Ama öncelikle bir zaafımıza dikkat çekmek istiyorum: Türkiye’mizde herkes kendi doğrusunu “tek ve mutlak doğru” sayıyor. Böyle saydığı için de, herkes, kendi kulvarında, yalnızca kendi doğrusuna koşuyor.

Herkesin kendi doğrusuna koşması elbette ki doğru: Fakat kendi doğrularını savunurken, başka değer, başka doğru, başka alternatif tanımamak doğru değil.

Bediüzzaman’ca bir ifade ile söylersek: “Benim mesleğim haktır ve doğrudur demeye hakkımız var, ancak yalnız benim mesleğim haktır, doğrudur demeye hakkımız yok.”

Hazin ki, Türkiye, Bediüzzaman Said Nursi’yi yıllar yılı yok saydı... O ve öğretisine gönül verenler yıllar yılı mahkemelerde dolaştırıldı, zindanlara atıldı... İnsandan insana zulmün her türlüsüne muhatap tutuldular. İşin en acı tarafı şu ki, kendilerini “Bediüzzaman düşmanı” ilân edenlerin hemen hemen hepsi yazdıklarından tek satır olsun okumamışlardı.

Ona hayalî bir misyon biçmişler ve o misyonuna düşmanlık etmişlerdi. O ise kendisine zulmedenlere bile hakkını helâl ettiğini söylüyordu.

Ona göre Müslüman Müslümanı “kardeşçe” sevmeli, farklı inanç sahiplerine ise “türdeş” olarak saygı duymalıydı. Bu derece tolerans sahibiydi.

Oysa kafalarımız, öteden beri ders kitaplarının empoze ettiği “iç düşman-dış düşman” sendromu ile dolu.

Bediüzzaman “düşmanlık” kavramına yeni bir boyut getiriyor: En tehlikeli “iç düşman” olarak “nefs-i emmare”yi görüyor. “Dış düşman”larımızı da şöyle sıralıyor: Cehalet, zaruret, (fakirlik) ve ihtilâf olarak belirliyor.

Diyor ki: “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır; bu üç düşmana karşı san’at, marifet ve ittifak silahıyla cihad edeceğiz.”

Söyler misiniz lütfen: Bunları seksen küsür sene önce söylemek mi daha gerçekçi, ülke menfaatlerine daha uygun; yoksa, bugün bile, kendisi gibi inanmayanı, düşünmeyeni, giyinmeyeni, yaşamayanı yok etmeyi amaçlayan yeni düşmanlıklar icat etmek mi?

- Bediüzzaman'ı incelerken hem Doğu'yu hem de Batı'yı bilen farklı bir kişilikle karşı karşıya olduğumu anladım. Hayret duyguları veren fikir ve davranışlarını, abartıdan arındırılmış ilmi ölçülerle tarif ve tespite ihtiyaç duydum. İşte bu anlayışla diyorum ki:

- O bir idealistti: Çünkü Kur'an'ın sönmez ve söndürülmez bir eser olduğunu insanlığa kanıtlamak için 28 yıllık sürgün ve çilelere rağmen geri adım atmamıştı.

- O bir innovatifti: Çünkü iman ilimlerinde değişim üretmişti ve 'ulu kişi' merkezli değil, kitap merkezli değişimi hayata geçirmişti!

- O bir realistti: Çünkü amacına ulaşmak için gücünün yettiği ve kontrol edebileceği çözümler üretebilmişti. Şiddete karşıydı. Namık Kemal'in 'Barika-i hakikat müsademe-i efkardan çıkar' yani 'Fikirlerin çarpışmasından hakikat kıvılcımları çıkar' sözünü önemsemişti.

- O bir aktivistti: Çünkü sadece eser yazmadı, eserleri Anadolu'da yaygın olarak okunması için vatan sathını bir mektep yaptı.

- O bir sosyolog gibiydi: Çünkü yüz yıl önceden bugünü görebilmişti, o zamanda bile Güneydoğu'nun sorununu eğitimin çözeceğini görerek ırkçılığa karşı eğitim istedi. 'Cehalet, zaruret ve ihtilaf'ı, üç düşman olarak tanımlayıp Abdülhamid'e çağrıda bulundu ve doğuda din ilimleriyle fen bilimlerini buluşturan bir üniversite kurarak aydınlanmayı savundu.

- O bir psikolog gibiydi: Çünkü yazdığı Hastalar Risalesi ve Vesvese Risalesi gibi eserleri, önleyici sağlıkta çözüm üretme kapasitesine sahipti. Hutbe-i Şamiye isimli eserinde ise toplumsal psikolojiyi ilginç biçimde analiz etti ve ümit aşıladı.

- O bir savaşçıydı: Çünkü, saldırgan mataryalizmi akıl yürütme yöntemleri kullanarak tek tek çürütebiliyordu. 'Büyük cihad, manevi cihaddır' tespitiyle, bu çağda maddi kılıçların kınına girmesi gerektiğini, buna karşılık bu zamanın hakikat kılıcıyla yapılacak bir manevi cihadın zamanı olduğunu söyledi.

- O bir direnişçiydi: Çünkü tek partili dönemlerde toplumsal muhalefeti tek başına temsil etti, 18 defa zehirlendiği halde geri adım atmadı, sivil itaatsizliğin bir örneğini sundu.

- O bir barışçıydı: Çünkü geliştirdiği müspet hareket metodu ile kavga çıkarmadan amacına ilerledi. Cihad kavramında bu çağa, manevi cihad anlayışının uyduğunu savundu. 'Medenilere galebe ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir.' diyerek barış içinde mücadeleyi seçmiş, şiddeti reddetmişti. Hatta dini din için seven Hıristiyanlara dahi çok sıcak yaklaşmıştı. Fener Patriği'ni makamında ziyaret etmesi ilginçti.

- O bir spiritüalistti: Çünkü ihlas ve samimiyet olarak adlandırdığı büyülü gücü her haliyle yaşayabilmişti.

- O bir bilgin ve bilge idi: Çünkü ilimle hikmeti birleştirmişti.

- O sahici bir insan, şefkatli bir üstad, yoksul ama kanaat zengini bir hoca, müthiş bir bellek, keskin bir zekâ, şaşırtıcı bir muhakeme gücüne sahip müstesna kimlikti...

- Tarihte onun kadar yanlış anlaşılmış bir başka yüksek kamete az rastlanır diye düşündüm. Balık okyanusta doğar, yaşar ve ölür; fakat okyanusu bilmez. Bunun gibi, hakikatin kölesi olan hür adam Bediüzzaman'ı da muasırları bilememiş, gerçek kimliğiyle henüz tam olarak tanınamamıştır! ..

- Bu konuda yaptığım araştırmada ulaştığım net bilgileri saklayamazdım. Gerçekleri arayanlara yardımcı olmam gerekir diye düşündüm, böylece alışılmışın üstünde çarpıcı örneklerle dolu 'Çağın Vicdanı' çıktı ortaya...