MAVERA-Sufi Muhabbet Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Adem Kılıç
Alan:   Grup:MAVERA-Sufi Muhabbet
Tarih: 08.01.2012 14:25
Konu: Yn: Yn: [mavera-sufi-muh..]

İstanbul Fatih'de 5 Katlı Bir Binada

Turizm Sektöründe Faaliyet Gösteren Bir Firmaya

Temizlik ve Çay İşlerini Yapacak

25 - 40 Yaşları arasında Bayan Personel Alınacak.

Fatih civarında oturması ve ulaşım sorunu olmaması tercih edilir.

Başlangıç için 700 TL. Maaş + Yemek

Çalışma Gün ve Saatleri

SABAH: 08:00 - AKŞAM:19:00

Pazar günü tatil
İletişim
İKİZLER GRUP
Sarıgüzel Cad. No: 89 Fatih - İstanbul

Tlf.: 0212 635 30 03

Hz. Mehdi ve deccal gibi şahısların kimliği hakkında neden ihtilaf olmuş?

Şimdi, Mehdî gibi eşhâsın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfâtı ve sırrı şudur ki: Ehâdisi tefsir edenler, metn-i ehâdisi tefsirlerine ve istinbâtlarına tatbik etmişler. Meselâ, merkez-i saltanat o vakit Şam'da veya Medîne'de olduğundan, vukuât-ı Mehdiye ve Süfyâniyeyi merkez-i saltanat civârında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de, o eşhâsın şahs-ı mânevîsine veya temsil ettikleri cemaate âit âsâr-ı azîmeyi o eşhâsın zâtlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhâs-ı hârika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki, demiştik, bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyârı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas, hattâ o müthiş Deccâl dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidâyeten deccâl olduğunu bilmez. Belki nur-u imânın dikkatiyle o eşhâs-ı âhir zaman tanınabilir.

Lügatçe;
eşhâs: Şahıslar, kişiler-ihtilâfât: Birbirine zıt ve farklı şeyler, farklılıklar-Ehâdis: hadis-i Şerifler-metn-i ehâdis: Hadislerin metni-istinbât: Bir söz veya bir işten gizli mânâyı ortaya çıkarma-vukuât-ı Mehdiye ve Süfyâniye: Hz. Mehdi ve İslâm deccalı olan süfyanla ilgili olaylar-âsâr-ı azîme: Büyük işler, olaylar-eşhâs-ı hârika: Olağan dışı şahıslar-bidâyeten: başlangıçta-eşhâs-ı âhir zaman: Kıyamete yakın zamanda geleceği bildirilen şahıslar.

1400 sene sonra gelecek Mehdi ve süfyanı Sahabeler niçin kendi zamanlarına yakın zannetmişler?

Çünkü Sahabeler, feyz-i sohbet-i Nübüvvetten, herkesten ziyâde dâr-ı âhireti düşünerek, dünyanın fenâsını bilerek, Kıyâmetin ibhâm vaktindeki hikmet-i İlâhiyeyi anlayarak, ecel-i şahsî gibi, dünyanın eceline karşı dahi dâimâ muntazır bir vaziyet alarak âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, 'Kıyâmeti bekleyiniz, intizar ediniz' tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşâd-ı Nebevîdir. Yoksa, vuku-u muayyene dâir bir vahyin hükmüyle değildir ki, hakikatten uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın bu nevi sözleri, hikmet-i ibhâmdan ileri geliyor.
Hem şu sırdandır ki Mehdî, Süfyan gibi, âhir zamanda gelecek eşhasları çok zaman evvel, hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bâzı ehl-i velâyet, 'Onlar geçmiş' demişler. İşte bu da, Kıyâmet gibi, hikmet-i İlâhiye iktizâ eder ki, vakitleri taayyün etmesin. Çünkü, her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medâr olacak ve yeisten kurtaracak 'Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifâkın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tâyin edilseydi, maslahat-ı irşâd-ı umumi zâyi olurdu.

Lügatçe;
feyz-i sohbet-i Nübüvvet: Peygamber sohbetinin feyz ve bereketi-fenâ: Yokluk, yok olma-ibhâm: Mübhem, kapalı bırakmak. Belirsiz olmak-muntazır: Bekleyen-irşâd-ı Nebevî: Peygamberin (a.s.m.) doğru yolu göstermesi-vuku-u muayyen: Meydana gelmesi belirli olan-İllet: Asıl, hakiki sebep-hikmet: Gaye, fayda, maksatlar-hikmet-i ibhâm: Bir şeyi gizleme, belirsiz yapmanın hikmeti-Süfyan: Ahirzamanda geleceği ve islâm dinini yıkmak için çalışacağı sahih hadislerde haber verilen dinsiz ve münâfık bir şahıs-taayyün: belli olma, belirlenme-yeis: Ümitsizlik.

Bir padişah-ı âlî, sana bir elmayı ihsan etse...
(......) nasılki Haşiye bir padişah-ı âlî, sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var:

Biri: Elma, elma olduğu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha âit değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bâzan olur ki, padişah, o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem, elma lezzeti dahi cüz'îdir, hem zevâl bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır.

İkinci muhabbet ise, elma içindeki, elma ile gösterilen iltifatât-ı şâhânedir. Güyâ, o elma iltifat-ı şâhânenin numûnesi ve mücessemidir diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhâr eder. Hem, iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkındedir. İşte şu lezzet, ayn-ı şükrandır; şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.

Aynen onun gibi, bütün nimetlere ve meyvelere, zâtları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gâfilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsânîdir; o lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenâb-ı Hakkın iltifatât-ı rahmeti ve ihsanâtının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatâtın derece-i lûtuflarını takdir etmek sûretinde kemâl-i iştihâ ile lezzet alsa, hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir.

Haşiye: Bir zaman iki aşîret reisi bir padişahın huzuruna girmişler, yazılan aynı vaziyette bulunmuşlar.

Lügatçe;
nefisperverâne: Nefsini çok severek, nefsi isteklerine çok düşkün-zevâl: Zâil olma, sona erme.