Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Hz. Resululullah (sav) , ümmetinden Al-i beytine muhabbet istiyor
âyetinin bir kavle göre mânâsı: 'Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez; yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor.'
Eğer denilse: 'Bu mânâya göre, karâbet-i nesliye cihetinden gelen bir fayda gözetilmiş görünüyor. Halbuki, ('Allah katında en şerefliniz, en ziyade takvâ sahibi olanınızdır.' Hucurat Sûresi: 49:13) sırrına binaen, karâbet-i nesliye değil, belki kurbiyet-i İlâhiye noktasında vazife-i risalet cereyan ediyor.'
Elcevap: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ nazarıyla görmüş ki, Âl-i Beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâmın bütün tabakatında, kemâlât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile, Âl-i Beytten çıkacak. Teşehhüddeki, ümmetin âl hakkındaki duası ki,
(Allahım! Tıpkı İbrahim'e ve İbrahim'in âline salât ettiğin gibi, Efendimiz Muhammed'e ve Efendimiz Muhammed'in âline de salât et. Muhakkak ki Sen her türlü hamd ve övgüye nihayetsiz derecede lâyıksın ve şan ve şerefin herşeyden nihayetsiz derecede yüksektir)
makbul olacağını keşfetmiş.
Yani, nasıl ki millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mutlaka ile nuranî rehberler Hazret-i İbrahim'in (a.s.) âlinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (a.s.m.) , vezâif-i azîme-i İslâmiyette ve ekser turuk ve mesâlikinde, enbiya-yı Benî İsrail gibi, aktâb-ı Âl-i Beyt-i Muhammediyeyi (a.s.m.) görmüş. Onun için, ('De ki: Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir.' Şûrâ Sûresi: 42:23) demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş.
Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş:
'Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.' Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir.
İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyesine ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.
Hem ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlâhî ile bilmiş ve İslâmiyet zaafa düşeceğini anlamış. O halde, gayet kuvvetli ve kesretli bir cemaat-i mütesânide lâzım ki, âlem-i İslâmın terakkiyât-ı mâneviyesinde medar ve merkez olabilsin. İzn-i İlâhî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyti etrafına toplamasını arzu etmiş.
Evet, Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve İmân hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zayıf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedâhe hisseden bir zat, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle, din-i İslâm lehinde ednâ bir emâreyi kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir bürhan ile sonra iltizam eder.
Lügatçe;
vazife-i risalet: Peygamberlik vazifesi-Âl-i Beyt: Hz. Muhammed`in (a.s.m.) soyundan gelenler-meveddet: Dostluk, sevgi, muhabbet, alâka-karâbet-i nesliye: Soy yakınlığı. Akrabalık-kurbiyet-i İlâhiye: Cenâb-ı Allah`a yakınlaşmaya çalışmak-gayb-âşinâ: Gaybı bilen. Gelecekten veya âhiretten haberi olan-şecere-i nuraniye: Parlak ve nurani ağaç-kemâlât-ı insaniye: İnsana ait mükemmellikler-Teşehhüd: Şehâdet getirmek. Namazda 'tahiyyat`ın oturarak okunması-âl: Akrabâ ve taallukat, soy-vezâif-i azîme-i İslâmiyet: Büyük İslâmiyet hizmeti-turuk: Tarikatler-mesâlik: Meslekler, mezhepler, usuller-aktâb-ı Âl-i Beyt-i Muhammediye: Hz. Muhammed (a.s.m.) neslinden gelen kutuplar, büyük evliyalar-tekessür: Çoğalmak-iltizam: Gerekli bulmak. Taraftarlık-silsile-i ecdad: Ata soyu, dedeler zinciri-şiddet-i iltizam: Şiddetli bağlılık ve tarafdarlık.
Haşrin Mahkeme-i Kübrâsında [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkemede], mizan-ı âzam-ı adaletinde [büyük adalet terazisinde] cin ve insin [insanların] muvazene-i a’mâllerini [yapılan işlerin, amellerin tartılıp hesaplanması] istib’âd edip [akıldan uzak görüp] inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu muvazene-i ekbere [büyük dengeye] dikkat etse, elbette istib’âdı [akıldan uzak görmesi] kalmaz.
Ey israflı [savurgan], iktisatsız [tutumsuz], ey zulümlü [haksızlık yapan], adaletsiz, ey kirli, nezafetsiz [temizlik bilmeyen], bedbaht [talihsiz] insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi [hareket ölçüleri] olan iktisat [tasarruf] ve nezafet [temizlik] ve adaleti yapmadığından, umum [tüm] mevcudata[varlıklara] muhalefetinle[ters düşmenle, karşı çıkmanla], mânen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki, umum [tüm yaratılmışları] mevcudatı zulmünle [haksızlıklarınla], mizansızlığınla [ölçüsüzlüğünle], israfınla [savurganlığınla], nezafetsizliğinle [saygısızlık ve kirliliğinle] kızdırıyorsun?
Evet, ism-i Hakîmin [Allah’ın herşeyi hikmetle belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yarattığını ifade eden isminin] cilve-i âzamından [büyük ölçüde tecellilerinden(görünmelerinden) ] olan hikmet-i âmme-i kâinat [bütün kâinatta var olan ilim, gaye ve fayda], iktisat ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor, iktisadı [tutumluluğu, tasarrufu] emrediyor.
Ve ism-i Adlin [Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren isminin] cilve-i âzamından [en yüksek derecede tecelli(görünme) etmesinden] gelen kâinattaki adalet-i tâmme [tam adalet], umum [tüm] eşyanın muvazenelerini [dengelenmesini] idare ediyor. Ve beşere [insanlığa] de adaleti [adil olmayı] emrediyor. Sûre-i Rahmân’da,
âyetindeki, dört mertebe, dört nevi mizana [ölçüye] işaret eden, dört defa mizan [ölçü] zikretmesi [bahsetmesi], kâinatta mizanın [ölçünün] derece-i azametini [yüksek derecesini] ve fevkalâde [olağan üstü], pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm [haksızlık] ve mizansızlık [ölçüsüzlük] yoktur.
Ve ism-i Kuddûsün [kusurdan, aczden, fakr dan, eksikliklerden, uzak ve kemal derecede temizdir paktır isminin] cilve-i âzamından gelen tanzif [temizleme] ve nezafet [temizlik], bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik [kirlilik] ve çirkinlik görünmüyor
1- “Gökyüzünü yükseltip nizam ve ölçü verdi. Tâ ki ölçüde sınırı aşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle yerine getirin ve âhiretteki mizanınızı ziyana düşürmeyin.” Rahmân Sûresi, 55:7-9.