Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Dil, din, vatan bir ise millet birdir
Altıncı Mesele:
Menfi milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki:
Evvelâ: Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta maruz olmakla beraber, merkez-i hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı saireden pervane gibi çokları içine atılıp tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa, ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyleyse, hakikî unsuriyet fikrine hareketi ve hamiyeti bina etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki, menfi milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayt birisi, mecbur olmuş, demiş: 'Dil, din bir ise millet birdir.'
Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir.
Lügatçe;
unsuriyet: Irkçılık-tebeddülât: değişmeler-akvâm-ı saire: Diğer kavimler, milletler-tavattun:Vatan tutmak; yer edinmek, kalmak-tefrik: Ayırt etme, ayırma.
Kabul şartlarını yerine getirerek dua etmeliyiz
Sual: Mü'minin mü'mine en iyi duası nasıl olmalıdır?
Elcevap: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü bazı şerâit dahilinde dua makbul olur. Şerâit-i kabulün ictimaı nispetinde makbuliyeti ziyadeleşir.
Ezcümle, dua edileceği vakit, istiğfar ile mânevî temizlenmeli; sonra, makbul bir dua olan salâvat-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünkü, iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur.
*Hem bizahri'l-gayb, yani gıyaben ona dua etmek,
*Hem hadiste ve Kur'ân'da gelen me'sur dualarla dua etmek; meselâ,
('Allahım, Senden kendim ve onun için dünyada ve âhirette af ve âfiyet istiyorum' Hadis-i Şerif meali)
('Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver. Ve bizi Cehennem ateşinin azâbından koru.' Bakara Sûresi: 2:201)
gibi câmi dualarla dua etmek
*Hem hulûs ve huşû ve huzur-u kalble dua etmek,
*Hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra,
*Hem mevâki-i mübarekede, hususan mescidlerde,
*Hem Cumada, hususan saat-i icabede,
*Hem şuhur-u selâsede, hususan leyâli-i meşhurede,
*Hem Ramazan'da, hususan Leyle-i Kadirde dua etmek, kabule karin olması rahmet-i İlâhiyeden kaviyen me'muldür.
O makbul duanın ya aynen dünyada eseri görünür; veyahut dua olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek, aynı maksat yerine gelmezse, dua kabul olmadı denilmez, belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir.
Lügatçe;
Şerâit-i kabûl: Kabûl şartları-ictima: Toplanmak. Bir araya gelmek-me'sur: Ecdaddan rivayet edilen. * Meşhur-câmi: Kapsayıcı; birçok şeyle alâkalı olan-hulûs: Hâlislik, saflık, samimiyet, içtenlik-huşû: Korku ile karışık sevgiden gelen edebli hâl-saat-i icabe: Duânın kabul edildiği ve insanlarca bilinmeyen Cuma gününde bir vakit-şuhur-u selâse: Üç aylar-leyâli-i meşhure: Meşhur mübarek geceler, kandil geceleri.
Peygamberlik, sırf İlâhî ve uhrevî ve kudsî bir vazifedir
Sual: Sinn-i kemal itibar olunan kırk yaşında nübüvvetin gelmesi ve ömr-ü saadetlerinin altmış üç olmasındaki hikmet nedir?
Elcevap: Hikmetleri çoktur. Birisi şudur ki: Nübüvvet gayet ağır ve büyük bir mükellefiyettir. Melekât-ı akliye ve istidâdât-ı kalbiyenin inkişafı ve tekemmülü ile o ağır mükellefiyet tahammül edilir. O tekemmülün zamanı ise kırk yaşıdır. Hem hevesât-ı nefsâniyenin heyecanlı zamanı ve hararet-i gariziyenin galeyanlı hengâmı ve ihtirâsât-ı dünyeviyenin feveranlı vakti olan gençlik ve şebabiyet ise, sırf İlâhî ve uhrevî ve kudsî olan vezâif-i nübüvvete muvafık düşmüyor. Kırktan evvel ne kadar ciddî ve hâlis bir adam olsa da, şöhretperestlerin hatırlarına, 'Belki dünyanın şan ve şerefi için çalışır' vehmi gelir. Onların ithamından çabuk kurtulamaz. Fakat kırktan sonra, madem kabir tarafına nüzul başlıyor ve dünyadan ziyade âhiret ona görünüyor. Harekât ve a'mâl-i uhreviyesinde çabuk o ithamdan kurtulur ve muvaffak olur. İnsanlar da sû-i zandan kurtulur, halâs olur.
Amma ömr-ü saadetinin altmış üç olması ise, çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
Şer'an ehl-i iman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı gayet derecede sevmek ve hürmet etmek ve hiçbir şeyinden nefret etmemek ve her halini güzel görmekle mükellef olduğundan, altmıştan sonraki meşakkatli ve musibetli olan ihtiyarlık zamanında, Habib-i Ekremini bırakmıyor; belki imam olduğu ümmetin ömr-ü galibi olan altmış üçte Mele-i Âlâya gönderiyor, yanına alıyor, her cihette imam olduğunu gösteriyor.
Lügatçe;
Sinn-i kemal: Olgunluk çağı-Melekât-ı akliye: Birşeyi çok defa tekrarlayarak ve tecrübe ederek aklın kazandığı bilgi ve maharet-istidâdât-ı kalbiye: Kalbin kapasite ve kabiliyeti-tekemmül: Kemale erme, olgunlaşma-hararet-i gariziye: Duyguların kuvvetli olması hâli, ateşlilik-ihtirâsât-ı dünye: Şiddetli arzu ve hırs ile dünyaya bağlılık-şebabiyet: Gençlik-Mele-i Âlâ: Yüce âlem; Cenab-ı Hakk`a manen daha yakın olan büyük meleklerin bulunduğu âlem.