MAVERA-Sufi Muhabbet Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Adem Kılıç
Alan:   Grup:MAVERA-Sufi Muhabbet
Tarih: 26.11.2011 21:57
Konu: Yn: Yn: [mavera-sufi-muh..]

Yani, 'Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa değsin.'
Çünkü, fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir.
Koca dünya böyle ise,
dünyanın cüz'î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.

Bediüzzaman

Hasedin çaresi nedir?
Eğer adâvet hasedden gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü, hased evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.

Hasedin çaresi: Hâsid adam, hased ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda hased olamaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.

Lügatçe;
adâvet: Düşmanlık-hased: Başkasının iyi hâlini istememe; çekememezlik, kıskançlık-hâsid: Hased eden. Kıskanan-Mahsud: Hased edilen, kıskanılan-hüsün: Güzellik-muvakkat: Geçici; kısa bir zaman.

Diyânete itaat etmeyen felsefe Nemrutları, Firavunları, deccalları yetiştirmiştir
İşte, diyânete itaat etmeyen felsefenin böyle yolu şaşırdığı içindir ki, ene kendi dizginini eline almış, dalâletin her bir nevine koşmuş. İşte şu vecihteki enenin başı üstünde bir şecere-i zakkum neşv ü nemâ bulup âlem-i insaniyetin yarısından fazlasını kaplamış.

İşte, o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında beşerin enzârına verdiği meyveler ise, esnâmlar ve âlihelerdir. Çünkü, felsefenin esâsında, kuvvet müstahsendir; hattâ, 'Elhükmü lilgâlip,' bir düsturudur. 'Galebe edende bir kuvvet var'; 'Kuvvette hak vardır' der. Haşiye 1

Zulmü mânen alkışlamış, zâlimleri teşcî etmiştir ve cebbârları ulûhiyet dâvâsına sevk etmiştir.
Hem, masnu'daki güzelliği ve nakıştaki hüsnü, masnua ve nakşa mal edip, Sâni' ve Nakkaşın mücerred ve mukaddes cemâlinin cilvesine nisbet etmeyerek, 'Ne güzel yapılmış' yerine, 'Ne güzeldir' der; perestişe lâyık bir sanem hükmüne getirir. Hem, herkese satılan müzahraf, hodfüruş, gösterici, riyâkâr bir hüsnü istihsan ettiği için, riyâkârları alkışlamış, sanem-misâlleri kendi âbidlerine âbide Haşiye 2 yapmıştır.

O şecerenin kuvve-i gadabiye dalında, bîçare beşerin başında küçük büyük Nemrudlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş; kuvve-i akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimâğına dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun gibi meyveleri vermiş, beşerin beynini bin parça etmiştir.

Haşiye 1: Düstur-u nübüvvet, 'Kuvvet haktadır; hak kuvvette değildir' der, zulmü keser, adâleti temin eder.

Haşiye 2: Yani; o sanem-misâller, perestişkârlarının hevesâtlarına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyâkârâne gösteriş ile ibâdet gibi bir vaziyet gösteriyorlar.
Lügatçe;
ene: Ben, benlik-şecere-i zakkum: Cehennemde bir ağacın ismi, Cehennemliklerin yiyeceği-neşv ü nemâ: Gelişme, yayılma-şecere: Ağaç-kuvve-i şeheviye-i behîmiye: Hayvanî şehvet duygusu-enzâr: Bakışlar, nazarlar, görüşler-esnâm: Putlar-âlihe: Batıl ilah, tanrıça-müstahsen: İstihsan edilen, beğenilen-teşcî: Cesâret verme, şecaatlandırma-cebbâr: İstediğini mutlak yapan, zorba-masnu: Sanatla yapılmış eşya, varlık-hüsn: Güzellik. İyilik. Eksiksizlik-Sâni': Sanatkârca yapan. Yaratan. San'at eseri olarak meydana getiren. İşleyen, yapan. (Allah) -mücerred: Yalnız, tek, hâlis, saf, katışıksız, karışık olmayan-perestiş: Aşırı bağlılık, tapar derecesinde sevme, tapınma-sanem: Put-müzahraf: Süprüntü, pislik-hodfüruş: Kendini beğendirmeye çalışan, övünen-istihsan: Beğenme, güzel bulma-âbid: İbâdet eden kul-âbide: İbâdet eden kadın-kuvve-i gadabiye: Zararlı şeyleri defe sevk eden his ve kuvvet; öfke duygusu-kuvve-i akliye: Akıl duygusu-dehriyyun: Âlemin ezelî ve ebediliğini iddia edip âhireti inkâr eden dalâlet fırkası-maddiyyun: Maddeye tapan, herşeyi maddede gören; Allah`ı inkâr edenler; maddeciler, materyalistler-tabiiyyun: Tabiatçılar, tabiat yaratıyor diyenler.

Evet, iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlup olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratib var. O meratiblerden ilmelyakîn mertebesi, çok bürhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî İmân bir şüpheye karşı bazan mağlup olur.

Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de ayne'l-yakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kainatı bir Kur'ân gibi okuyabilecek derecesine gelir.

Hem bir mertebesi de hakkalyakindir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez. Ve ulema-i ilm-i kelâmın binler cild kitapları, akla ve mantığa istinaden telif edilip, yalnız o marifet-i imaniyenin bürhanlı ve akli bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatin yüzer kitapları keşfe, zevke istinaden o marifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat, Kur'ân ın mucizekar cadde-i kübrası, gösterdiği hakaik-i imaniye ve marifet-i kudsiye, o ulema ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir.

İşte, Risale-i Nur bu camî ve küllî ve yüksek marifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur'ân aleyhine ve İslamiyet ve insaniyet zararına ve adem alemleri hesabına tahribatçı külli cereyanlara karşı Kur'ân ve İmân namına mukabele ediyor, müdafaa ediyor. Elbette hadsiz tahşidata ihtiyacı vardır ki, o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i imanın imanını muhafazasına Kur'ân nuruyla vesile olsun. Hadis-i şerifte vardır ki: 'Bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.' 'Bazan bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlı olur.' Hatta Nakşilerin hafî zikre verdiği büyük ehemmiyet, bu nevi tefekküre yetişmek içindir.

Felsefe şirkten tam olarak kurtulamamış, şükrün geniş kapısını bulamamış
İkinci vecih ise, felsefe tutmuştur. Felsefe ise, ene'ye mânâ-i ismiyle bakmış. Yani, 'Kendi kendine delâlet eder' der; mânâsı kendindedir, kendi hesâbına çalışır, hükmeder. Vücudu; aslî, zâtî olduğunu telâkkî eder. Yani, 'Zâtında bizzat bir vücudu vardır' der; bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakiki mâliktir zu'm eder. Onu bir hakikat-i sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zâtından neşet eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir ve hâkezâ, çok esâsât-ı fâsideye mesleklerini binâ etmişler. O esâsât ne kadar esassız ve çürük olduğunu sâir risâlelerimde ve bilhassa Sözlerde, hususan On İkinci ve Yirmi Beşinci Sözlerde katî ispat etmişiz. Hattâ, silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sînâ ve Farâbî gibi adamlar, 'İnsaniyetin gâyetü'l-gâyâtı, 'teşebbüh-ü bilvâcib'dir, yani Vâcibü'l-Vücuda benzemektir' deyip, Firavunâne bir hüküm vermişler ve enâniyeti kamçılayıp, şirk derelerinde serbest koşturarak, esbâbperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva-ı şirk tâifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esâsında münderic olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp, ubûdiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.
Lügatçe;
ene: Ben, benlik-mânâ-i ismi: Birşeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı-delâlet: işeret-Vücud: Mevcut olma. Var olmak-aslî: asıl, maksat-zâtî: kendine ait, kendiliğinden-daire-i tasarruf: Sevk ve idâre etme dâiresi, kontrol edebildiği bölüm-zu'm: Bâtıl zan. Yanlış kanaat-hakikat-i sabite: sâbit, değişmez hakîkat-hubb-u zât: Kendini sevme-neş'et: meydana gelme, kaynaklanma-tekemmül-ü zâtî: Kendi kendine gelişen, mükemmelleşen-esâsât-ı fâside: Bozuk, bozucu esaslar-silsile-i felsefe: Felsefe akımı, ekol-gâyetü'l-gâyât: En son gaye, asıl maksat-teşebbüh-ü bilvâcib: Cenâb-ı Hakk`a benzemeye çalışmak mânâsında felsefeye ait bir ifâde-enâniyet: Benlik, gurur-esbâbperest: Varlıkların yaratılışlarını sebeplere bağlayan,onlardan olduğuna inanan kimse-sanemperest: Puta tapan, putpereset-tabiatperest: Herşeyin kendi kendine olduğunu, sebeplerin meydana getirdiğini ve tabiatının gereği var olduğunu kabul eden sapık insanlar-nücumperest: Yıldızlara tapan-enva-ı şirk: Allah`a ortak koşmanın, şirkin çeşitleri-münderic: Birşeyin içine konulmuş bulunan, içinde bulunan, derc edilen.