Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Veleyet-i Kübra yolunda Allah insana yakınlaşır,
seyr-i sülûkde insan Allah'a yakınlaşmaya çalışır
Aziz kardeşim,
Senin birinci sualin ki, 'Sahabeler nazar-ı velâyetle müfsitleri neden keşfedemediler? Tâ, Hulefâ-yı Râşidînin üçünün şehadetini netice verdi. Halbuki, küçük Sahabelere, büyük velîlerden daha büyük deniliyor.'
Elcevap: Bunda iki makam var. Birinci Makam:
Dakik bir sırr-ı velâyetin beyanıyla sual halledilir. Şöyle ki:
Sahabelerin velâyeti, velâyet-i kübrâ denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarikine uğramayarak, doğrudan doğruya zâhirden hakikate geçip akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan bir velâyettir ki, o velâyet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Harikaları az, fakat meziyâtı çoktur. Keşif ve keramet onda az görünür.
Hem evliyanın kerametleri ise, ekserisi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden, ikram-ı İlâhî olarak bir harika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de, seyr ü sülûk zamanında tarikat berzahından geçtikleri vakit, âdi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilâf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar.
Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in'ikâsıyla ve incizâbıyla ve iksiriyle, tarikatteki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette, zâhirden hakikate geçebilirler. Meselâ, nasıl ki dün geceki Leyle-i Kadre ulaşmak için iki yol var:
Biri, bir sene gezip dolaşıp tâ o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti kazanmak için bir sene mesafeyi tayyetmek lâzım gelir. Şu ise, ehl-i sülûkün mesleğidir ki, ehl-i tarikatin çoğu bununla gider.
İkincisi, zamanla mukayyet olan cism-i maddî gılâfından sıyrılıp tecerrüdle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadri öbür gün leyle-i îd ile beraber, bugünkü gibi hazır görmektir. Çünkü ruh zamanla mukayyet değil. Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir; başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir.
İşte bu temsile göre, dün geceki Leyle-i Kadre geçmek için, mertebe-i ruha çıkıp maziyi hazır derecesinde görmektir. Şu sırr-ı gamızın esası, akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafıdır. Meselâ, güneş bize yakındır; çünkü ziyası, harareti ve misali aynamızda ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. Eğer biz nuraniyet noktasında onun akrebiyetini hissetsek, aynamızdaki misalî olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vasıtayla onu tanısak; ziyası, harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve yakınımızda onu tanıyıp münasebettar oluruz. Eğer biz bu'diyetimiz nokta-i nazarından ona yakınlaşmak ve tanımak istesek, pek çok seyr-i fikrîye ve sülûk-u aklîye mecbur oluruz ki, kavânin-i fenniye ile fikren semâvâta çıkıp semâdaki güneşi tasavvur ederek, sonra mahiyetindeki ziya ve harareti ve ziyasındaki elvân-ı seb'ayı uzun uzadıya tetkikat-ı fenniye ile anladıktan sonra, birinci adamın kendi aynasında az bir tefekkürle elde ettiği kurbiyet-i mâneviyeyi ancak elde edebiliriz.
İşte şu temsil gibi, nübüvvet ve veraset-i nübüvvetteki velâyet, sırr-ı akrebiyetin inkişafına bakar. Velâyet-i saire ise, ekseri kurbiyet esası üzerine gider, birçok merâtibte seyr ü sülûke mecbur olur.
Lügatçe;
nazar-ı velâyet: Velîlik nazarı, bakışı-Dakik: İnce ve derin-velâyet-i kübrâ: Büyük velilik. Cenab-ı Hakk`ın insana yakın olmasına bakan ve peygamber varisi olmaktan gelen gayet kısa ve yüksek, tarikat berzâhına uğramadan zahirden hakikata geçen velilik mesleği-veraset-i nübüvvet: Peygamber vârisi durumunda olan büyük âlim ve velilerin yolu-berzah: Aralık, Perde-akrebiyet-i İlâhiye: Allah`ın herşeye en yakın oluş hali-meziyât: Üstün özellikler-ihtiyarî: Kendi isteğiyle, seçerek-seyr ü sülûk: Bir terbiye yoluna girip devam etme-âdi beşeriyet: Basit,sıradan insan hali-tecerrüd: Sıyrılma-hilâf-ı âdet: âdete aykırı-sohbet-i nübüvvet: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübârek sohbeti-in'ikâs: Yansıma-incizâb: Cezbedilme, çekilme, çekici kuvvet-daire-i azîm: Geniş ve büyük dâire-tayy: atlamak, üzerinden geçmek-kadem: Ayak. Adım-kurbiyet: Yakınlık kazanmak-ehl-i sülûk: Mânevî terbiye ve terakki yoluna girenler-mukayyet: Bağlı, kayıtlı, sınırlı-gılâf: Kılıf-leyle-i îd: Bayram gecesi-mertebe-i ruh: Ruhun derecesi, makamı-sırr-ı gamız: Anlaşılması kolay olmayan sır-inkişaf: açılma, keşfetme-akrebiyet: Yakınlık-bu'diyet: Uzaklık-seyr-i fikrî: Fikren dolaşmak-sülûk-u aklî: Aklî metodlarla hareket etmek-kavânin-i fenniye: Fennin kanunları-elvân-ı seb'a: Yedi renk-kurbiyet-i mâneviye: Mânevî yakınlık-sırr-ı akrebiyet: Allah`ın yakınlığının sırrı-merâtib: Mertebeler, dereceler.
İçgüdü değil, ilham-ı fıtrî
Rüya-yı sadıka, hiss-i kalbelvukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kablelvuku ise, herkeste cüz'î, küllî vardır. Hattâ hayvanlarda dahi vardır. Hattâ, bir zaman ben bu hiss-i kablelvukuu, zâhirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda 'sâika' ve 'şâika' namıyla, aynı sâmia ve bâsıra gibi iki hiss-i âhari ilmen bulmuştum. Ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meş'ur hislere, hata ederek, ahmakçasına, 'sevk-i tabiî' diyorlar. Hâşâ, sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak, insan ve hayvanı kader-i İlâhî sevk ediyor.
Meselâ, kedi gibi bazı hayvan, gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.
Hem rû-yi zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevî hayvânâtın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilü'l-lâhm kuşlara, bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kablelvuku ilhamıyla ve o sâika-i İlâhî ile bildirilir ve bulurlar.
Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu, yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o sâika ilhamıyla döner, yuvasına girer.
Hattâ, herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak, tahminin fevkinde, aynı adam gelir. Hattâ Kürtçe durub-u emsaldendir:
Yani, 'Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur; çünkü kurt geliyor.' Demek bir hiss-i kablelvuku ile, lâtife-i Rabbâniye, icmâlen o adamın gelmesini hisseder. Fakat aklın şuuru ihata etmediği için, kasten değil, ihtiyarsız olarak bahsetmeye sevk eder. Ehl-i feraset, bazen keramet gibi geldiğini beyan eder. Hattâ bir zaman bende şu nevi hassasiyet fazla idi. Bu hâli bir düstur içine almak istedim, fakat yakıştıramadım ve yapamadım. Fakat ehl-i salâhatte ve bahusus ehl-i velâyette bu hiss-i kablelvuku fazla inkişaf eder, kerametkârâne âsârını gösterir. İşte, umum avam için dahi bir nevi velâyete mazhariyet var ki, rüya-yı sadıkada, evliya gibi, gaybî ve istikbalî olan şeyleri görüyorlar.
Lügatçe;
Rüya-yı sadıka: Doğru olan rüya-hiss-i kalbelvuku: Bir hadisenin, meydana çıkmadan önce kalbe doğması, önsezi-inkişaf: açılma, gelişme-sâika: Sürükleyen, sevkeden, götüren hal, duygu-şâika: Şevkli, hevesli-sâmia: Duyma, işitme-bâsıra:Görme-gayr-ı meş'ur: Duyulmayan, hissedilmeyen-sevk-i tabiî: Tabiatın sevk etmesi, içgüdü-ilham-ı fıtrî: Yaratılıştan gelen ilham. İlâhî sevk-rû-yi zemin: Yeryüzü-âkilü'l-lâhm: Et yiyen; etobur-lâtife-i Rabbâniye: Allah`ın yalnız kendi sevgisi için yarattığı kalbe bağlı ince bir duygu-ehl-i salâhat: Güzel ahlâklı, hayırlı insanlar-avam: Sıradan biri, halk tabakası; ilim ve irfânı az.