Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
1. Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi ittiba-ı Kur'ân'dır.
2. Azametli, bahtsız bir kıt'anın; şanlı, talihsiz bir devletin;
değerli, sahipsiz bir kavmin reçetesi, ittihad-ı İslâmdır.
Bediüzzaman
Mariz: Dertli, hasta
Unsur: Irk
Alil: Hastalıklı
İttiba-ı Kur'an: Kar'an'a tabi olmak, uymak
İttihad-ı İslam: İslâm Birliği
Ahirzaman hadiselerine işaret eden bazı hadislerin tevilleri
Sekizinci Asıl: Cenâb-ı Hakîm-i MutlakCenâb-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ, Leyle-i Kadri umum Ramazan'da, saat-i icâbe-i duâyı Cumâ gününde, makbul velîsini insanlar içinde, eceli ömür içinde ve Kıyâmetin vaktini ömr-ü dünya içinde saklamış.
Zîrâ, ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvâzenesini muhâfaza etmek ve her vakit havf ve recâ ortasında bulunmak maslahatı, iktizâ eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde mübhem tarzdaki yirmi sene mübhem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır.
İşte Kıyâmet dahi şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurûn-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurûn-u uhrâ dehşette kalacaktı. İnsan, nasıl hayat-ı şahsiyesiyle hânesinin ve köyünün bekâsıyla alâkadardır; öyle de, hayat-ı içtimâiye ve nev'iyesiyle küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır. Kur'ân, der. 'Kıyâmet yakındır,' ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez. Zîrâ, kıyâmet dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir. Saat-i Kıyâmet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün. İşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, kıyâmeti 'Mugayyebât-ı Hamse'den olarak, ilminde saklıyor. İşte bu ibhâm sırrındandır ki, her asır, hattâ asr-ı hakikatbîn olan Asr-ı Saadet dahi dâimâ Kıyâmetten korkmuşlar. Hattâ bâzıları, 'Şerâiti hemen hemen çıkmış' demişler.
İşte bu hakikati bilmeyen insafsız insanlar derler ki: 'âhiretin tafsilâtını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan Sahabelerin fikirleri niçin bin sene hakikatten uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, istikbâl-i dünyevîde bin dört yüz sene sonra gelecek bir hakikati, asırlarında karîb zannetmişler? '
Elcevap: Çünkü Sahabeler, feyz-i sohbet-i Nübüvvetten herkesten ziyâde dâr-ı âhireti düşünerek, dünyanın fenâsını bilerek, Kıyâmetin ibhâm vaktindeki hikmet-i İlâhiyeyi anlayarak, ecel-i şahsî gibi, dünyanın eceline karşı dahi dâimâ muntazır bir vaziyet alarak âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, 'Kıyâmeti bekleyiniz, intizar ediniz' tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşâd-ı Nebevîdir. Yoksa, vuku-u muayyene dâir bir vahyin hükmüyle değildir ki, hakikatten uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın bu nevi sözleri, hikmet-i ibhâmdan ileri geliyor.
Hem şu sırdandır ki, Mehdî, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları, çok zaman evvel, hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velâyet “Onlar geçmiş” demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlâhiye iktiza eder ki, vakitleri taayyün etmesin. Çünkü her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaytlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi olurdu.
Lügatçe;
Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak: Her işi sonsuz hikmetle, fayda ve gayelerle yapan Cenâb-ı Hak-dâr-ı tecrübe: Deneme diyarı, sınama yurdu, iyi ile kötüyü ayırmak için sınav yapılan yer, dünya-kesretli: Sayıca çok ve çeşitli-saat-i icâbe-i duâ: Duânın kabul edildiği ve insanlarca bilinmeyen Cuma gününde bir vakit-muayyen: Kesin olarak belli olan, belirli-gaflet-i mutlaka: Nefsine ve hevesâtına uyarak Allah`ı ve emirlerini unutma, îmân ve İslâm`dan, hak ve hakîkattan gâfil olma-muvâzene: Denge, ölçülülük-havf ve recâ: korku ve ümit-mübhem: İyice belli olmayan. Mutlak âşikâr olmayan. Belirsiz. Gizli-insan-ı ekber: Büyük insan, kâinat-taayyün: Belirlenme-kurûn-u ûlâ ve vustâ: İlk ve orta çağlar-kurûn-u uhrâ: Son çağ-baîd: Uzak-Mugayyebât-ı Hamse: Beş bilinmeyen gaybî şeyler. (Kıyametin vakti, yağmurun yağma vakti, ana rahmindeki çocuğum mâhiyeti, insanın gelecekte ne yapacağı, insanın nerede öleceği.) -ibhâm: kapalı bırakmak. Belirsiz olmak-asr-ı hakikatbîn: Hakîkati gören, hakîkati anlayan insanların yaşadığı dönem-Şerâit: Şartlar-müteyakkız: Uyanık, uyanmış-karîb: Yakın-feyz-i sohbet-i Nübüvvet: Peygamberlik sohbetinin feyz ve bereketi-muntazır: Bekleyen-İllet: Hakiki sebep-hikmet-i ibhâm: Belirsiz bırakmanın hikmeti, sebebi-eşhaslar: şahıslar-Tâbiîn: sahabeleri gören mü’minler-taayyün: belirlenme-yeis: ümitsizlik-nifak: münafıklık, ikiyüzlülük-maslahat-ı irşad-ı umumî: halka doğru yolu göstermekteki fayda.
Evet, gençlik damarı akıldan ziyâde hissiyâtı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez; bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker; ve bir saat sefâhet keyfiyle, bir nâmus meselesinde, binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.
Bunlara kıyasen, bîçare gençlerin çok vartaları var ki, en tatlı hayatını, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar. Ve bilhassa şimâlde koca bir devlet, gençlik hevesâtını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü, âkıbeti görmeyen kör hissiyâtla hareket eden gençlere ehl-i nâmusun güzel kızlarını ve karılarını ibâhe eder. Belki, hamamlarında erkek, kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde, bu fuhşiyâtı teşvik eder. Hem, serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki, bütün beşer bu musîbete karşı titriyor.
İşte bu asırda, İslâm ve Türk gençleri, kahramanâne davranıp, iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı, Risâle-i Nur'un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılınçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa, o bîçare genç, hem dünya istikbâlini, hem mesud hayatını, hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bâkiyesini azablara, elemlere çevirip mahveder. Ve sû-i istimâl ve sefâhetle hastahânelere ve hayatın taşkınlıkları ile hapishânelere düşer. Eyvahlar, esefler ile, ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kur'âniye ve Nurun hakikatleriyle kendini muhâfaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mesud bir Müslüman ve sâir zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.
Lügatçe;
sefâhet: Zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük-varta: Tehlike, uçurum-şimâl: Kuzey-ibâhe: Mübah kılmak, helâl etmek, izin vermek-elzem: Son derecede lüzum, gerekli-sû-i istimâl: Bir şeyi kötüye kullanmak.