Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Fânîyim, fânî olanı istemem
Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan, katiyen bil ki, hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek, güvendiğin hayat-ı maddiye yalnız bir dakikadır; hattâ, bir kısım ehl-i tetkik, 'Bir âşiredir, belki bir ân-ı seyyâledir' demişler. İşte şu sırdandır ki, bâzı ehl-i velâyet, dünyanın dünya cihetiyle ademine hükmetmişler.
Mâdem böyledir; hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak, kalp ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak: Ne kadar geniş bir daire-i hayatları var! Senin için meyyit olan mâzi, müstakbel, onlar için hayydır, hayattar ve mevcuddur.
Ey nefsim! Mâdem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:
'Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem.
Rûhumu Rahmân'a teslim eyledim, gayr istemem.
İsterim, fakat bir yâr-ı bâkî isterim.
Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim.
Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudâtı birden isterim.'
Lügatçe;
mevt: ölüm-hâlât: haller, vaziyetler-eşya-i dünyeviye: Dünyaya ait olan her şey-meyyit: Ölü-mazruf: İçindekiler-adem: yok, yokluk-ehl-i tetkik: Hak ve hakîkatı inceleyenler, dikkatli araştırmacılar-âşire: Bir dakikanın 167 trilyon 961 milyar 600 milyonda biri-ân-ı seyyâle: Bir anda akıp giden zaman dilimi, zamanın akışından bir kesit-hayat-ı maddiye-i nefsiye: Nefsin, maddî istekleri ile yaşamak istediği hayat-hayy: Diri-Şems-i Sermed: Daimi güneş (Kainatı isim ve sıfatlarıyla daima aydınlatan, zaman ve mekanla sınırlı olmayan Cenab-ı Hak) -Hiç ender hiç: Hiç bir şey. Bir hiç kadar.
Âyinedarlık eden, dellallık eden, sevip sevdiren O Zattır (asm)
Sâdisen: Onuncu Sözün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi; Ulûhiyet, muktezâ-i hikmet olarak tezâhür istemesine mukabil, en âzamî bir derecede zât-ı Ahmediye (a.s.m.) , dinindeki âzamî ubûdiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir.
Hem Hâlık-ı âlemin nihayet kemâldeki cemâlini bir vâsıta ile göstermek muktezâ-i hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil, en güzel bir sûrette gösterici ve tarif edici, bilbedâhe o zâttır.
Hem Sâni-i âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san'atı üzerine enzâr-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine mukabil, en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşâhede o zâttır.
Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakâtında Vahdâniyetini ilân etmek istemesine mukabil, tevhidin en âzamî bir derecede, bütün merâtib-i tevhidi ilân eden, yine bizzarure o zâttır.
Hem Sahib-i âlemin nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini aynalarda muktezâ-i hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil, en şâşaalı bir sûrette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem şu saray-ı âlemin Sânii, gayet hârika mu'cizeleri ile ve gayet kıymettar cevâhirler ile dolu hazîne-i gaybiyelerini izhâr ve teşhir istemesi ve onlarla kemâlâtını tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir sûrette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı enva-ı acâib ve zînetlerle süslendirmek sûretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhâl etmesi ve muktezâ-i hikmet olarak onlara o âsâr ve sanâyîinin mânâlarını, kıymetlerini ehl-i temâşâ ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir sûrette cin ve inse, belki ruhânîlere ve melâikelere de Kur'ân-ı Hakîm vâsıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gâyeyi tazammun eden tılsım-ı muğlâkını ve mevcudâtın 'Nereden? Nereye? Ve ne oldukları? ' olan şu üç suâl-i müşkülün muammâsını bir elçi vâsıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir sûrette ve en âzamî bir derecede hakâik-ı Kur'âniye vâsıtasıyla o tılsımı açan ve o muammâyı halleden, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnuâtıyla Kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli nimetlerle Kendini onlara sevdirmesi, bizzarûre onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyâtı ve arzu-yu İlâhiyelerini bir elçi vâsıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir sûrette, Kur'ân vâsıtasıyla o marziyât ve arzuları beyân eden ve getiren, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem Rabbü'l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak bir vüs'at-i istidad verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden; ve hissiyâtça kesrete ve dünyaya mübtelâ olduğundan, bir rehber vâsıtasıyla yüzlerini kesretten Vahdete, fânîden bâkîye çevirmek istemesine mukabil, en âzamî bir derecede, en eblâğ bir sûrette, Kur'ân vâsıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risâletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifâ eden, yine bilbedâhe o zâttır.
İşte, mevcudâtın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakiki insan ve hakiki insan içinde geçmiş vezâifi en âzamî bir derecede, en ekmel bir sûrette ifâ eden zât, elbette o Mi'rac-ı Azîm ile Kâb-ı Kavseyne çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazîne-i rahmetini açacak, imânın hakâik-ı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.
Lügatçe;
Ulûhiyet: İlâhlık. Allah'ın kâinattaki tasarruf ve hâkimiyeti ile herşeyi kendisine ibadet ve itaat ettirmesi-muktezâ-i hikmet: Hikmet gereği-Sâni-i âlem: Bütün âlemi sanatla yaratan Alla-enzâr-ı dikkat: Dikatli bakışlar-kesret tabakâtı: İlk bakışta aralarında doğrudan bir ilişki görünmeyen varlıkların çokluk görüntüsü-Vahdâniyet: Allah`ın bütün isim ve sıfatlarıyla bütün varlıklarda birden tecellî etmesi-âsâr: Eserler-hüsn-ü zâtî: Zâtının güzelliği-tavsif: vasıflandırma, niteleme-enva-ı acâib: Çeşit çeşit acâip ve gariplikler, harikalıklar-ehl-i temâşâ ve tefekkür: seyredenler, ibretle ve düşünerek bakanlar-tahavvülât: Değişimler-tılsım-ı muğlâk: Anlaşılması zor, kapalı gizli şey-marziyât: Râzı olunacak şeyler, arzular, istekler; Allah`ın rızâsına dâir olan-vüs'at-i istidad: Büyük ve geniş bir kabiliyet-ubûdiyet-i külliye: İnsanın arzın halifesi olması cihetiyle herşey namına yaptığı büyük ve geniş kulluk-müheyyâ: Hazır hâle getirilmiş-eblâğ: Daha beliğ, veciz ve açık olarak-eşref: En şerefli-ekmel: Kusursuz, en mükemmel.