Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
(Allahım! bize Kur'ân'ın sırlarını anlamayı nasip et ve her an ve zamanda ona hizmet etmeye bizi muvaffak kıl.)
('Ey Rabbimiz, unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek bizi bununla hesâba çekmeBakara Sûresi: 286.)
(Allahım, ümmî peygamber, elçin, peygamberin ve kulun olan Efendimiz ve Dostumuz Muhammed'e, onun âline, Ashâbına, hanımlarına, nesline; peygamber ve resûllere, kendine mânen yaklaştırdığın meleklere, dostlarına ve sâlih insanlara salât, selâm bereket ve kerem ihsan eyle. Bu Kur'ân'ın sûreleri, âyetleri, harfleri, kelimeleri, mânâları, işaretleri, remizleri ve delâletleri adedince en üstün salât, en bol selâm, en büyük bereketler halinde olsun. Ey İlâhımız, ey Yaratıcımız, ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Bu salâvâtlardan her birisi hürmetine bizi bağışla, bize merhamet et, bize lûtufta bulun. âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun. âmin.)
Allah, eserlerinin aynasında sanatını görmek ister
Üçüncü Esas
Hikmet-i Mi'rac nedir?
Elcevap: Mi'racın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor; o kadar derindir ki, ona yetişemiyor; o kadar incedir ve latîftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat, bâzı işaretlerle, hakikatleri bilinmezse de, vücudları bildirilebilir. Şöyle ki:
Şu kâinatın Hâlıkı, şu kesret tabakâtında nur-u Vahdetini ve tecellî-i Ehadiyetini göstermek için, kesret tabakâtının müntehâsından tâ mebde-i Vahdete bir hayt-ı ittisâl sûretinde bir Mi'rac ile, bir ferd-i mümtazı bütün mahlûkat hesâbına, kendine muhatap ittihaz ederek, bütün zîşuur nâmına, makâsıd-ı İlâhiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile âyine-i mahlûkatında cemâl-i san'atını, kemâl-i Rubûbiyetini müşâhede etmek ve ettirmektir.
Hem Sâni-i âlemin, âsârın şehâdetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl, hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtihîdirler; yani bizzat sevilirler. Öyle ise, o Cemâl ve Kemâl Sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuâtında çok tarzlarda tezâhür ediyor. Masnuâtını sever; çünkü, masnuâtının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuât içinde en sevimli ve en âlî, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âlî, zîşuurdur. Ve zîşuurun içinde câmiiyet itibâriyle en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuâtta münteşir ve mütecellî kemâlâtın nümûnelerini gösteren ferd, en sevimlidir.
İşte, Sâni-i Mevcudât, bütün mevcudâtta intişâr eden tecellî-i muhabbetin bütün envaını bir noktada, bir aynada görmek ve bütün enva-ı cemâlini Ehadiyet sırrıyla göstermek için, şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi o şecerenin hakâik-ı esâsiyesini istiâb edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde-i evvel olan çekirdekten tâ müntehâ olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisâl hükmünde olan bir Mi'rac ile, o ferdin kâinat nâmına mahbubiyetini göstermek ve huzuruna celb etmek ve rü'yet-i cemâline müşerref etmek ve ondaki hâlet-i kudsiyeyi başkasına sirâyet ettirmek için kelâmıyla taltif edip, fermanıyla tavzif etmektir.
Şimdi, şu hikmet-i âliyeye bakmak için, iki temsil dürbünü ile tarassut edeceğiz.
Lügatçe;
kesret: Çokluk, sıklık, çeşitlilik-nur-u Vahdet: Allah`ın birliğinin nûru; fikrîmize yansıyan aydınlığı-tecellî-i Ehadiyet: Allah`ın her bir şeyde görünen birliğinin tecellisi, görüntüsü-müntehâ: Son, nihâyet-mebde-i Vahdet: Birliğin kaynağı, ilk basamak-hayt-ı ittisâl: Yaklaştıran, bağlayan, birleştiren bağlar-ferd-i mümtaz: Özellikle seçilmiş insan. (Hz. Muhammed.) -cemâl-i san'at: Sanatın güzelliği, sanattaki güzellik-kemâl-i Rubûbiyet: Cenâb-ı Hakk`ın yarattıklarını terbiye ve idâre etme sıfatının mükemmelliği-Sâni-i âlem: Bütün âlemi sanatla yaratan Allah-âsâr: Eserler-mahbub-u lizâtihî: Bizzat sevilen; muhabbete lâyık olan-masnuât: Sanatla yapılmış olan eserler, varlıklar-Sâni-i Mevcudât: Bütün varlıkları sanat ile yaratan Allah-intişâr: Yayılmak, dağılmak-tecellî-i muhabbet: Sevginin tecellisi, görüntüsü-enva: Çeşitler-Ehadiyet: Allah`ın yarattığı herşeyin yanında Zâtıyla, sıfatlarıyla ve isimleriyle bulunarak birliğini göstermesi-şecere-i hilkat: Yaratılış ağacı-meyve-i münevver: Nurlanmış meyve-istiâb: İçine alma, kaplama-mebde-i evvel: Başlangıçtaki. İlk önce-hayt-ı ittisâl: Yaklaştıran, bağlayan, birleştiren bağlar-tavzif: Görevlendirme, vazifelendirme.
Ey nefis! Seni tutup düşmekten muhafaza eden Zat-ı Kayyüma dayan. Senin mevcudiyetinden dokuz yüz doksan dokuz parça Onun uhdesindedir. Senin elinde yalnız bir parça kalır. En iyisi o parçayı da Onun hazinesine at ki rahat olasın.
Lügatçe;
Nefs-i natıka: Akli ve nakli mes'elelerin münasebetlerini hissetmeğe ve anlamağa istidadı olan zâti ve cevheri hassası. Zâtında maddeden mücerred, fiilinde maddeye mukarin olan cevher. İnsan ruhu-vehmî: aslında var olmadığı halde varmış gibi görülen herhangi birşeye âit-nesim-i zikr: zikir rüzgarı, zikirle teneffüs etmek-Zat-ı Kayyüm: Varlığı ve diriliği her an için olup, gökleri, yerleri her an için tutan, dâimî herşeye her hususta iktidarı olan Allah.
Amma ikinci şık şüphen ki: Bazı esbab [sebebler], bazı cüz’iyâtın [küçük varlıkların] bazı ubudiyetlerine [kulluklarına] merci olsa[kulluklarını arz edecekleri makam olsa], o Mâbûd-u Mutlak [Mutlak ibâdet edilecek ve kaydı, şartı olmaksızın ibadet edilmeye lâyık olan Allah.] olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda [Varlığı mutlaka gerekli olan zât, Cenâb-ı Allah] müteveccih [yöneltilmesi], zerrattan seyyârâta [zerrelerden enbüyük gezegenlere] kadar mahlûkatın [yaratılmışların] ubudiyetlerinden ne noksan gelir [kulluklarından ne eksiltir]?
Elcevap: Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîmi [Herşeyi adalet ve hikmetle yaratan, Allah.], kâinatı bir ağaç hükmünde halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur [bilinç sahibi], ve zîşuurun [bilinç sahiplerinin] içinde en câmi [kapsamlı] meyvesini [neticesini] insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli [önemli], belki insanın netice-i hilkati [yaratılının sonucu] ve gaye-i fıtratı [fıtratının amacı] ve semere-i hayatı [hayatının ürünü] olan şükür ve ibadeti, o Hâkim-i Mutlak [Hiçbir şekilde hâkimiyetine sınır konmayan tam hüküm sahibi; kayıtsız şartsız her şeye hükmeden, Allah.] ve Âmir-i Müstakil [bağımsız, tek başına hareket eden, başka bir daire veya şahıs ile bağlı olmayan idarecisi], kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad [Bir olan ve birliği herbir şeyde tecelli eden Allah (c.c.) .], bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Bütün bütün hikmetine zıt olarak, netice-i hilkati [yaratılışın neticesini] ve semere-i kâinatı [kainatın meyvesi ürününü] abes [Lüzumsuz ve gayesiz] eder mi? Hâşâ ve kellâ, hem hikmetini ve rububiyetini [Cenâb-ı Allah'ın her zaman, her yerde, her mahluka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye, tedbir ve mâlikiyeti ve besleyiciliği keyfiyetini] inkâr ettirecek bir tarzda, mahlûkatın [yaratılmışların] ibadetlerini başkalara vermeye rıza gösterir mi? Hiç müsaade eder mi? Ve hem hadsiz bir derecede kendini sevdirmeyi ve tanıttırmayı ef’âliyle [isim ve sıfatlarına uygun işleriyle] gösterdiği halde, en mükemmel mahlûkatının şükür ve minnettarlıklarını [teşekkürlerini], tahabbüb [muhabbet] ve ubudiyetlerini[kulluklarını] başka esbaba[sebeplere] vermekle kendini unutturup, kâinattaki makasıd-ı âliyesini [yüksek maksatlarını] inkâr ettirir mi? Ey tabiatperestlikten [Her şeyin kendi kendine olduğunu veya tabiatın meydana getirdiğini iddia etmekten] vazgeçen arkadaş, haydi sen söyle.
O diyor: “Elhamdü lillâh, bu iki şüphem hallolmakla beraber, vahdâniyet-i İlâhiyeye [Allah'ın bir, tek olmasına] dair ve Mâbûd-u Bilhak[Asıl ibâdet edilecek, hakkıyla ibâdete lâyık olan Allah] O olduğuna ve Ondan başkaları ibadete lâyık olmadığına o kadar parlak ve kuvvetli iki delil gösterdin ki, onları inkâr[ret] etmek, güneşi ve gündüzü inkâr etmek gibi bir mükâberedir [büyüklük taslama ve körlüktür].”