MAVERA-Sufi Muhabbet Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Adem Kılıç
Alan:   Grup:MAVERA-Sufi Muhabbet
Tarih: 12.05.2011 18:07
Konu: Yn: Yn: [mavera-sufi-muh..]

Süfyan Kur'an'ı niçin tercüme ettirmek istiyordu?

Bundan on iki sene evvel işittim ki, en dehşetli ve muannid bir zındık, Kur'ân'a karşı suikastını, tercümesiyle yapmaya başlamış ve demiş ki: 'Kur'ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin.' Yani, lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş.
Fakat Risale-i Nur'un cerh edilmez hüccetleri kat'î ispat etmiş ki, Kur'ân'ın hakikî tercümesi kabil değil, ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur'ân'ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur'âniyenin mucizâne ve cemiyetli tabirlerinin yerini, beşerin âdi ve cüz'î tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunmaz diye, Risale-i Nur her tarafta intişarıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı. Fakat o zındıktan ders alan münafıklar, yine şeytan hesabına Kur'ân güneşini üflemekle söndürmeye ahmak çocuklar gibi ahmakane ve divanecesine çalışmaları sebebiyle, bana gayet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir hâlette bu Onuncu Mesele yazdırıldı tahmin ediyorum. Başkalarıyla görüşemediğim için hakikat-ı hali bilmiyorum.

Lügatçe;
cerh: Çürütmek-hüccet: vesika, delil; bir iddiânın doğruluğunu ispat için gösterilen belge-lisan-ı nahvî: Arapça`nın bir vasfı; intizam kaide ve düsturlara bağlı güzel, belağatlı dil-mucizâne: Mucizeli, mucize olan-cemiyetli: Geniş Kapsamlı.

Eğer mevcudatta [yaratılmışta], hususan [özellikle] zîhayatta [canlılarda] görünen, basîrâne [görerek], hakîmâne [hikmetli bir şekilde, herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde] olan san’at ve icad [yoktanvar etme] Şems-i Ezelînin [ezelden beri bütün varlıkları aydınlatan Allah’ın] kalem-i kader [kader kalemine] ve kudretine [Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarına] verilmezse, belki kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata [yaratılmış varlıklara] ve kuvvete isnad edilse [dayandırlsa], lâzım gelir ki, tabiat, icad [yaratmak için] için her şeyde hadsiz [sınırsız] mânevî makine ve matbaaları bulundursun; veyahut herşeyde kâinatı halk [yaratacak] ve idare edecek bir kudret [güç] ve hikmet [Kâinattaki ve yaratılıştaki İlâhî gayeyi, Yüksek bilgiyi] derc etsin [yerleştirsin]. Çünkü, nasıl şemsin [güneşin] cilveleri [ışklarının görünmesi] ve akisleri [yansımaları], zemin [yer] yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde [su damlacıklarında] görünüyor. Eğer o misalî [aslına benzeyen] ve aksî [yansıyan] güneşçikler semâdaki [gök yüzündeki] tek güneşe isnad edilmese [dayandırılmazsa], lâzım gelir ki, bir kibrit başı yerleşmeyen bir zerrecik cam parçasında tabiî, fıtrî ve güneşin hâsiyetlerine [özelliklerine] mâlik [sahip], zâhiren [görünüşte] küçük, mânen çok derin bir güneşin haricî [görünen]vücudunu kabul ederek, zerrât-ı zücâciye [ışığı yansıtan zerreler] adedince tabiî güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi; aynen bu misal [örnek] gibi, mevcudat [varlıklar] ve zîhayat [canlılar] doğrudan doğruya Şems-i Ezelînin [ezelden beri bütün varlıkları aydınlatan Allah] cilve-i esmâsına [Allah'ın isimlerinin varlıklardaki eseri, görüntüsü, Allah'ın isimlerinin tecellilerine] verilmezse, herbir mevcutta [varlıkta], hususan [özellikle] herbir zîhayatta [canlıda], hadsiz [sınırsız] bir kudret [güç] ve irade [yapma,karar verebilme gücü] ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, adeta bir ilâhı, içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise, kâinattaki muhâlâtın [imkansızlıkların] en bâtılı, en hurafesidir. Hâlık-ı Kâinatın[kainatın yaratıcısının] san’atını mevhum [evham ürünü olan, hakikatte olmayan], ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir.

Koca cennet, onun cemâlinin yalnızca bir cilvesidir

Dördüncü nokta: Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır; ve lâfız mânaya bakar, ona göre nurlanır; ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de, bu maddî ve cismânî olan âlem-i şehadet dahi bir cesettir, bir lâfızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esmâ-i İlâhiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, canlanır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler kendi hakikatlerinin ve mânâlarının mânevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatleri ise, esmâ-i İlâhiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risale-i Nur'da katî ispat edilmiştir.
Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin envâı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecellî eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemâlin esmâ vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emârâtlarıdır. Fakat nasıl ki, Vâcibü'l-Vücudun Zât-ı Akdesi, başkalara hiçbir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de, onun kudsî cemâli, mümkinatın ve mahlûkatın hüsünlerine benzemez, hadsiz derecede daha âlidir.
Evet, koca Cennet bütün hüsün ve cemâliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i Cennete Cenneti unutturan bir cemâl-i sermedî, elbette nihayeti ve şebîhi ve nazîri ve misli olamaz.

Malûmdur ki, her şeyin hüsnü kendine göredir; hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Meselâ, gözle hissedilen bir güzellik, kulakla hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akılla fehmedilen bir hüsn-ü aklî, ağızla zevk edilen bir hüsn-ü taam bir olmadığı gibi; kalb, ruh ve sair zâhirî ve bâtınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilâfı gibi muhteliftir. Meselâ, imanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemâli ve suretin cemâli ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi; Cemîl-i Zülcelâlin nihayet derecede güzel olan Esmâ-i Hüsnâsının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.

Lügatçe;
lâfız: Kelime, söz-âlem-i şehadet: gözle görülen âlem, dünya, kâinât-âlem-i gayb: Görülmeyen âlem-envâ: türler, nev'iler-mücerred: Yalnız, tek, hâlis, saf, soyulmuş-emârât: İşaretler, belirtiler, alametler-Vâcibü'l-Vücud: Varlığı zarurî ve şart olan, varlığı gerekli olan ve yokluğu düşünülemeyen, varlığı zâtî, ezelî, ebedî olan; varlığı, vücud tabakalarının en sağlamı, en kuvvvetlisi, en esaslısı ve en mükemmeli olan Allah (cc) -Zât-ı Akdes: Her türlü kusur ve noksandan uzak ve pâk olan zât, Allah-mümkinat: Mümkün olan şeyler, var veya yok olması eşit olup, varlığı ve yokluğu için Allah`ın tercihine muhtaç olan şeyler; Allah`ın dışındaki bütün varlıklar-müşahede: Görme, seyretme-cemâl-i sermedî: Ezelî ve Ebedî olan; zaman ve mekan gibi bütün kayıtlardan bağımsız olan güzellik-şebîh: Benzer-nazîr: Benzer olan-istihsan: Beğenme, güzel bulma.