Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Bütün mevcudatın dilleriyle dedim.
Bir zaman bahar çiçeklerinin çabuk mahvolmalarına çok yazığım geliyordu; hattâ o nâzeninlere acıyordum. Burada beyan edilen hakikat-i imaniye gösterdi ki, o çiçekler âlem-i mânâda çekirdeklerdir. Sâbıkan beyan ettiğimiz, ruhtan başka bütün o vücudları meyve veren birer ağaç, birer sümbül hükmünde nur-u vücud noktasında kazançları bire yüzdür. Zâhirî vücudları mahvolmaz, saklanır. Hem bâki olan hakikat-i neviyesinin tazelenen suretleridir. Geçen baharda yaprak, çiçek, meyve gibi mevcudatı, bu bahardakinin mislidirler. Fark yalnız itibarîdir. O itibarî fark dahi, bu hikmet kelimelerine ve rahmet sözlerine ve kudret harflerine ayrı ayrı, müteaddit mânâları verdirmek içindir bildim. 'Yazık'lar yerinde 'Maşallah, bârekâllah' dedim.
İşte, imanın şuuruyla ve İmân rabıtasıyla, Arz ve Semavat San'atkârına intisab noktasında gökleri yıldızlarla, zemini çiçekler ve güzel mahlûklarla yapan, süslendiren ve böyle her bir san'atta yüzer mucize gösteren bir san'atkârın eser-i san'atı ve böyle hadsiz harikalı bir ustanın yapılışı olmak, ne kadar antika ve kıymettar ve şuuru varsa ne kadar iftihar eder ve şereflenir diye uzaktan hissettim. Hususan o nihayetsiz mucizekâr usta, koca semâvât ve arzın büyük kitabını insan gibi küçük bir nüshada yazsa, belki insanı o kitaba müntehab ve mükemmel bir hülâsa yapsa, o insan ne kadar büyük bir şeref, bir kemal, bir kıymete medar ve İmân ile mazhar ve şuur ve intisab ile o şerefe sahip olacağını bu âyetten ders aldığımdan niyet ve tasavvur cihetinde bütün mevcudatın dilleriyle (hasbünallahüveni'melvekil) dedim.
Lügatçe;
âlem-i mânâ: Mânâlar âlemi, manevi alem-nur-u vücud: Varlık nûru, varlığın hakikati-hakikat-i neviye: Türün hakikati, mahiyeti-itibarî: Gerçek olmayan, varsayılan-müntehab: Seçilmiş, seçkin, güzide-hülâsa: Öz veya özet-medar: vâsıta, vesîle.
Evinizin bereket direklerini biliyormusunuz?
Ey derd-i maişetle müptelâ olan insan! Bil ki, senin hanendeki bereket direği ve rahmet vesilesi ve musibet dâfiası, hanendeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya kör akrabandır. Sakın deme, 'Maişetim dardır, idare edemiyorum.' Çünkü onların yüzünden gelen bereket olmasaydı, elbette senin dıyk-ı maişetin daha ziyade olacaktı. Bu hakikati benden inan. Bunun çok kati delillerini biliyorum; seni de inandırabilirim. Fakat uzun gitmemek için kısa kesiyorum; şu sözüme kanaat et. Kasem ederim, şu hakikat gayet katidir. Hattâ nefis ve şeytanım dahi buna karşı teslim olmuşlar. Nefsimin inadını kıran ve şeytanımı susturan bir hakikat, sana kanaat vermeli.
Lügatçe;
derd-i maişet: Geçim derdi-dâfia: defetme; itme kuvveti, defeden-istiskal: Ağır bulup hoşlanmadığını anlatma; soğuk muâmeleyle sevmediğini bildirme-dıyk-ı maişet: Geçim darlığı.