Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Üstad'la (RA) Rüyada Tanışan Talebeleri
SALİH UĞURTAN
Odamda yatıyorum. Baktım birisi pencereden bana bir mektup uzatıyor. Hayret ettim. Yahu pencere epeyce yüksek, ikinci katta, bu adam buraya kadar nasıl uzanıyor dedim. Bana uzattığı mektubu göstererek 'Bu mektubu oku' dedi.
Aldım, baktım. 'Esselâmü aleyküm. Bismihi Sübhânehu' (not: Ütadımız bütün mektuplarına 'Esselâmü aleyküm. Bismihi Sübhânehu' diye başlamaktadır. Gl.) geri Arapça dedim: 'Ben Arapça bilmem.' 'Oku' diye ısrar etti. 'Cidden Arapça bilmiyorum' dedim, baktım bir parça ciddileşti. Kesin bir şekilde okumamı emrediyor. Heyecanlanmaya, telaşlanmaya başladım. O halimle yataktan fırladım.'
Salih Ağabey bu rüyayı gördüğü sıralarda İnebolu'da meşhur bir Şeyh vardı. Rüya tabiri konusundaki isabetliliği o bölgede her tarafa yayılmıştı. Sabahleyin namazdan sonra ona giderek rüyasının tabirini sorar. Rüyayı hayretler içerisinde dinleyen büyük zat Kur'ân-ı Kerimden bazı âyetleri okur ve Salih Ağabeye aynen şunu söyler:
Sana müjde! Müjdelerolsun sana! Sen yakında bütün dünyayı manen idare eden birisinin elini öpeceksin. Bizden de çok selâm ve hürmet götürmeyi unutma. Daha sonra çok geçmeden bu veli zat vefat eder. Salih Ağabey şaşkındır. Ve hâlâ kılıç bilemeye, Hz. Mehdiye asker olmak için kendisini zinde tutmaya çalışmaktadır.
O sıralarda İnebolu'da bir şâyia yayılır: 'Kastamonu'ya bir Hoca Efendi gelmiş, onu merdiven altı gibi bir yere hapsetmişler, çeşitli işkencelere maruz bırakmaktadırlar... ' İnebolu'dan öncelikle Ziya Dilek Ağabey merhum ve diğerleri gider elini öperler.
Bu arada deccal konusunda her nekadar bazı kanaatlere varmışlarsa da yine de müteşabih bazı hadislerin manalarını karıştırmaktadırlar. Hadiste deccalın eşeğinin kulaklarının fil kulağı gibi kocaman olacağı, ayaklarının yumuşak olacağı, yürürken de arkasından şiddetli bir ses ve pis bir koku bırakacağı rivayetini okumuşlar.
Bu konuyu Bediüzzaman'a sorduklarında şu cevabı veriyor: 'Kardaşım, şu bildiğiniz otomobil bir parça o tarife benzemiyor mu? Bunun da kapıları fil kulağı gibi, ayakları (lastikleri) yumuşak ve giderken arkasından hem pis bir koku, hem de ses çıkarıyor.'
Bu cevaptan sonra kanaatleri daha da kesinleşmiş. Üstad kendilerine muhtelif konularda ders verip asrın cihad tarzının kılıçla, topla, tüfekle değil, kitap yazmakla, okumakla, fikirle ve ikna ile olduğunu izah ettikten sonra ayrılmak üzere kalkarlar. Mealen söyleyebileceğiz, Bediüzzaman: 'Kardaşım, maddi kılıçlar kınına girsin. Artık zamanın mücahedesi manevi kılıçlarladır' diyerek ellerine birer kitap tutuşturur. Hz. Üstadın yüksek şahsiyeti ve veciz sohbeti karşısında kendilerinden geçen bu zatlar dışarıda kendilerine geldiklerinde birbirlerine sorarlar: 'Yahu Hoca Efendi bizim kılıç bilediğimizi nereden biliyordu? '
Çok geçmeden Salih Ağabey elini öptüğü zatın 'Dünyayı manen idare eden zat olduğunu keşfetmiş, bugün-yarın geleceğini umdukları zatın bilerek veya bilmeyerek belki de lisan-ı halleriyle yaptıkları halis duaların neticesi olarak, manevi ordusunun safları arasında buluvermişti kendisini.
Bir eczahanede, gayet muhtelif [farklı] maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden [İlâçlardan], zîhayat [Hayat sahibi] bir macun [Hamur kıvamına getirilmiş ilaç] istenildi. Hem hayattar [canlı], harika bir tiryak [ilaç], onlardan yapılmak icap etti [lazım oldu]. Geldik, o eczahanede, o zîhayat [canlı] macunun [Hamur kıvamına getirilmiş ilacın] ve hayattar [canlı] tiryakın [şifâ bulmaya vesile olan ilâçların] çoklukla efradını [fertlerini] gördük. O macunlardan [Hamur kıvamına getirilmiş ilaçlardan] her birisini tetkik ettik [inceledik].
Görüyoruz ki, o kavanoz şişelerden her birisinden, bir mizan-ı mahsusla [hassas ölçülerle], bir iki dirhem [az bir miktar: Eski okkanın dörtyüzde biri kadar ] bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından, ve hâkezâ [böylece,], muhtelif [farklı] miktarlarda eczalar [ilaç yapmada kullanılan çeşitli maddeler] alınmış. Eğer birinden, bir dirhem [az bir miktar] ya noksan veya fazla alınsa, o macun [kıvamına getirilmiş ilaç] zîhayat [canlılara faydalı] olamaz, hâsiyetini [Tesirini, Hususi faydasını] gösteremez. Hem o hayattar [canlılara faydalı] tiryakı [ilacı] da tetkik ettik [araştırdık.]. Herbir kavanozdan bir mizan-ı mahsusla [hassa ölçülerle] bir madde alınmış ki, zerre miktarı noksan [eksik] veya ziyade [fazla] olsa, tiryak [ilaç] hassasını [özelliğini] kaybeder.
O kavanozlar elliden ziyade iken, her birisinden ayrı bir mizanla [ölçüyle] alınmış gibi, ayrı ayrı miktarda eczaları [parçaları] alınmış.
Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif [farklı] miktarlar, şişelerin garip bir tesadüf [kendiliğinden] veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, her birisinden alınan miktar kadar, yalnız o miktar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu [kıvama getirilmiş ilacı] teşkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe [uydurma, bâtıl inanış, Mânasız söz.], muhal [olması mümkün olmayan], bâtıl bir şey var mı? Eşek muzaaf [kat kat] bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, “Bu fikri kabul etmem” diye kaçacaktır.
İşte bu misal gibi, her bir zîhayat [canlı], elbette zîhayat [hayat sahibi] bir macundur [kıvamına getirilmiş ilaçdır]. Ve her bir nebat [bitki], hayattar [canlılara faydalı] bir tiryak [ilaç] gibidir ki, çok müteaddit [türlü türlü] eczalardan [parçalar], çok muhtelif [farklı] maddelerden, gayet [oldukça] hassas bir ölçüyle alınan maddelerden terkip edilmiştir [yapılmıştır]. Eğer esbaba [sebeplere], anâsıra [unsurlara] isnad edilse [dayandırılsa] ve “Esbab icad etti” denilse, aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden vücut bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhal [olması mümkün olmayan] ve bâtıldır[yalan, hurafe ve manasız dır].