Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Derece yükselten üç şey:
1- Yemek yedirmek,
2- Selamlaşmayı yaymak,
3- Herkes uyurken, gece namazı kılmak.
Hadis-i Şerif meali
(Hatib)
Kurtarıcı üç şey:
1- Gizli ve açık Allah’tan korkmak,
2- Fakirlik ve zenginlikte itidal üzere bulunmak,
3- Gazapta ve rızada, adalet üzere olmak.
Hadis-i Şerif meali
(Hatib)
Osmanlı iktisat tarihçisi Donald Quataert’ten öğrendiğim çarpıcı bir gerçek: Osmanlıları, sanayi devrimini gerçekleştirmiş Avrupa karşısında gerileten önemli faktörlerden biri “kalite aşkı” idi. Yanlış anlamayın: Avrupalıların değil, Osmanlıların kalite aşkı. Tıpkı bugünün Çin malları gibi, ucuz fakat kalitesiz İngiliz kumaşları Osmanlı imalatçılarının baş belası oldu. Aklı evveller hemen şöyle diyebilir: “Kardeşim, onlar da kafalarını kullanıp, ucuz kumaş yapsalardı! ”
Hayır, “Onlar” ucuz iş yapamazlardı. Buna akılları erse de, kalpleri yatmazdı. Çünkü sadece kazanç için iş yapıyor değillerdi. Diktikleri mintan veya ayakkabıyı giyecek adamın parası kadar, duasına da taliptiler. “Şu ustadan Allah razı olsun; anası babası nur içinde yatsın. Ne de güzel dikivermiş mintanı! ” tarzında samimi bir dua almak, bilmem yüzde kaç kâr etmekten daha önemliydi.
Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar
Hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkıbete bakınız.
Sual: Nasıl anlayacağız? Biz câhiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz.
Cevap: Çendan cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil... İşte, müştebih ağaçları gösteren semereleridir. Öyleyse, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız. İşte birisinde istirahat ve itaattir. Ötekisinde ihtilâf ve zarar saklanmıştır.
Sual: O fırkadan ehl-i fazl kısmına ne diyeceğiz? Onlar iyi adamlardır.
Cevap: Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar.
Lügatçe:
âli: Yüce, yüksek-hüsn-ü zan: Güzel düşünme-müfsid: Karıştırıcı, bozucu-dessas: Aldatıcı, hilekâr, desîseci-âkıbet: Son, sonuç-çendan: Gerçi-âkıl: Akıllı-müştebih: Birbirine benzeyen-semere: Meyve-fırka: Grup-ehl-i fazl: Faziletli kimseler.
Yeis; ümmetlerin, milletlerin, fertlerin en dehşetli bir kalp hastalığıdır
Müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur:
Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garpta bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i mâneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i mâneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde, o kuvve-i mâneviye-i harika meyusiyetle kırıldığı için, zâlim ecnebîler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hattâ bu yeisle, başkasının lâkaytlığını ve füturunu kendi tembelliğine özür zannedip neme lâzım der, 'Herkes benim gibi berbattır' diye şehamet-i imaniyeyi terk edip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor.
Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor. Biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz. ('Rahmet-i İlâhiyeden ümidinizi kesmeyiniz.' Zümer Sûresi, 39:53.) kılıcıyla o yeisin başını parçalayacağız. (Bir şey bütünüyle elde edilmezse, tamâmen de terk edilmez) hadisinin hakikatiyle belini kıracağız inşaallah.
Yeis, ümmetlerin, milletlerin 'seretan' denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mâni ve (Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim) hakikatine muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe'nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe'ni değildir. Hususan Arap gibi nev-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtâz bir kavmin şe'ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arabın metanetinden ders almışlar.
İnşaallah, yine Araplar ye'si bırakıp, İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesânüd ve ittifak ile el ele verip Kur'ân'ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.
Lügatçe;
tevellüd: Doğma-Yeis: Ümitsizlik-menfaat-i umumiye: Toplumun çıkarı, umumun faydası-menfaat-ı şahsiye: Kişisel çıkar, şahsi menfaat-meyusiyet: Ümidini kaybedip karamsarlığa düşmek-fütur: Usanç, gevşeklik-şehamet-i imaniye: İmandan gelen kahramanlık-seretan: Kanser-tesânüd: Dayanışma.
Mesleğimiz azamî ihlastır
Cenab-ı Hakka şükür, o azamî ihlası kazananların pekçok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir mesele-i îmaniyeye feda eden çoktur. Hatta Nurun bîçare bir şakirdinin düşmanları dost olduğu vakit onunla sohbet etmek çoğaldığı için, Rahmet-i İlahiye cihetinde sesi kesilmiş. Hem de ona takdirle bakanlar isabet-i nazar hükmüne geçip onu incitiyor. Hatta musafaha etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veriyor.
'Senin bu vaziyetin nedir? ' diye soruldu: 'Madem milyonlar kadar arkadaşların var, neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun? '
Cevaben dedi:
'Madem mesleğimiz azamî ihlastır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bakî bir mesele-i îmaniyeyi o saltanata tercih etmek azamî ihlasın iktizasıdır. Mesela: Harb içinde, avcı hattında, düşmanın top gülleleri arasında Kur'an-ı Hakîm'in tek bir ayetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek, o gülleler içinde Habîb katibine 'Defteri çıkar! ' diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur'an'ın bir harfinin, bir nüktesini; düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş; ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.
Lügatçe;
mesele-i îmaniye: imana ait mesele-isabet-i nazar: nazar değmesi-musafaha: İki elle yapılan tokalaşma; sevgisini gösterme, kucaklaşma-iktiza: Gerekme, gerektirme-avcı hattı: harpte en öndeki cephe-nükte: İnce mânâlı söz; ancak dikkatle anlaşılabilen mânâ.