Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
“Sizin hoşunuza gitmeyen öyle şeyler vardır ki, onlar hakkınızda hayır olabilir. Yine hoşlandığınız öyle şeyler vardır ki, hakkınızda şer olabilir. İşin hakikatini Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216 meali)
İbadetin ruhu, ihlastır.
İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır.
Bediüzzaman
Ehl-i dalaletin halleri
Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahet ve dalâleti tervic eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi:
'Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz; bize karışma.'
Ben de cevaben dedim:
Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalâlet ve sefahete atılıyorsun. Kat'iyen bil ki, senin dalâletin hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı mazi ölmüş ve mâdumdur. Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla ve dalâlet yoluyla, senin başına ve varsa ve ölmemişse kalbine, o hadsiz firaklardan ve o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça, pek kısa bir zamandaki cüz'î lezzetini imha ettiği gibi, gelecek istikbal zamanı dahi, itikatsızlığın cihetiyle yine mâdum ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır. Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve zaman-ı hazıra uğrayan biçarelerin başları ecel cellâdının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemadiyen akıl alâkadarlığıyla senin imansız başına hadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefihâne cüz'î lezzetini zîr ü zeber eder.
Eğer dalâleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkiki ve istikamet dairesine girsen, İmân nuruyla göreceksin ki, o geçmiş zaman-ı mazi mâdum ve herşeyi çürüten bir mezaristan değil, belki mevcut ve istikbale inkılâp eden nuranî bir âlem ve bâki ruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir intizar salonu görünmesi haysiyetiyle, değil elem, belki imanın kuvvetine göre Cennetin bir nevi mânevî lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi gelecek istikbal zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık, belki İmân gözüyle görünür ki, saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahmân-ı Rahîm-i Zülcelâli ve'l-İkramın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının sergileri açılmış, oraya sevkiyat var diye İmân sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre bâki âlemin bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek hakikî ve elemsiz lezzet yalnız imanda ve İmân ile olabilir.
İmanın bu dünyada dahi verdiği binler fayda ve neticelerinden yalnız birtek fayda ve lezzetini, bu mezkûr bahsimiz münasebetiyle Gençlik Rehberinde bir Haşiye olarak yazılan bir temsil ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Meselâ, senin gayet sevdiğin birtek evlâdın sekeratta ölmek üzere iken ve meyusâne elîm ebedî firakını düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. O sevimli ve güzel evlâdın gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın.
İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddi alâkadar olduğun milyonlar sence mahbup insanlar, o mazi mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere iken, birden hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler. Ve 'Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz' lisan-ı hal ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları İmân bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder ki, İmân hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur dedim.
Lügatçe;
müşahede: görme, gözlem-sefahet: gayrı meşru zevk ve eğlence-dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlık-tervic:revaç, kıymet verme-şahs-ı mânevî: belli bir kişi olmayıp, bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik-zaman-ı mazi: geçmiş zaman-mâdum: yok, ölü-firak: ayrılık-vahşetgâh: korku ve dehşet dolu yer-mütemadiyen: aralıksız, durmadan, devamlı-zîr ü zeber: darmadağın, alt üst etmek, yok etmek-intizar salonu: bekleme salonu-sekerat: can çekişme anı-meyusâne: ümitsizce-idamhâne: idam cezasının uygulandığı yer-tevehhüm: zannetme-lisan-ı hal: hal dili-tecessüm: cisimleşme-şecere-i tûbâ: Cennetteki tûba ağacı.
Hizmet-i imaniyede mânevî kuvveti kaybetmemek gerek...
Rıza-yı İlâhîden başka vazife-i fıtriye-i ilmiyenin sevkiyle yalnız ve yalnız imana hizmetin kendisi ayn-ı ücret bana gösterilmiş. Çünkü, şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle muhtaçlara tesirli bir surette bildirmenin bu dehşetli zamanda çâre-i yegânesi ve imanı kurtaracak ve kat’î kanaat verecek, bu tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayan bir ders-i Kur’ânî lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın ve herkese kanaat-i kat’iye verebilsin. Böyle bir derse, bu zamanda bu şerait dahilinde hiçbir şahsî ve uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî birşeye âlet edilmediğini bilmekle kat’î kanaat gelebilir. Yoksa, komitecilikten ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i mâneviyesine karşı mukabil çıkan bir şahsın en büyük bir mertebe-i mâneviyesi de bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü, imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki, “Bu kudsî şahıs, dehâsıyla ve harika makamıyla bizi kandırdı” diye bir şüphesi kalır.
Cenâb-ı Hakka şükür ki, yirmi sekiz sene dini siyasete âlet ittihamı altında kader-i İlâhî bu zulm-ü beşerîde benim ruhumu, ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeyde âlet etmemek için, beni, beşerin zâlimane eliyle ayn-ı adalet olarak tokatlıyor. Yani, “Sakın, sakın,” diye îkaz ediyor. “İman hakikatini kendi şahsına âlet yapma—tâ imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamları, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.”
Hakikaten Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynı meâlinde milyonlar kitap o hakikatleri belîğane neşrettikleri halde ve binler hakikî âlimler ders vermeleriyle bu memlekette dehşetli küfr-ü mutlakı tam durduramadıkları halde, Nurlar, mezkûr sırra binaen bir cihette galebe ettiğini düşmanları dahi tasdik ederler.
Evet, küfr-ü mutlaka karşı, bu ağır şerait içinde Nurlar bu işi görmüş, meydandadır. Demek Nurların kuvveti bu sırr-ı azîmden ileri geliyor.
Ben de bütün ruh u canımla yirmi sekiz sene bu işkenceli musîbetlerime razı oldum. Hakkımı helâl ettim. Âdil kadere de derim ki: Müstehak idim senin bu şefkatli tokatlarına... Yoksa gayet meşrû, zararsız, herkesin lillâh için takip ettikleri mübarek mesleğe girseydim, yani maddî ve mânevî hislerimi bütün feda etmeseydim, hizmet-i imaniyede bu acip mânevî kuvveti kaybedecektim. İşte bu kuvvetin bir acip nümunesi bazı zatların ki, ben onların ancak ednâ bir talebesi olabildiğim halde, onların hakaik-i imaniyeye dair bir kitabını birisi okumuş. Risale-i Nur’un da bir sahifesini okumuş. Risale-i Nur’un bir sahifesiyle daha ziyade imanını kurtardığını ikrar etmiş.
Duanıza muhtaç kardeşiniz
Said Nursî
Lügatçe;
vazife-i fıtriye-i ilmiye: yaratılıştan gelen ilim öğrenme ve öğretme görevi-ayn-ı ücret: ücretin tâ kendisi-hakaik-i imaniye: iman hakikatleri-fıtrî ubudiyet: yaratılıştan gelen kulluk görevleri-çâre-i yegâne: tek çare-küfr-ü mutlak: sınırsız ve kesin inançsızlık; Allah’ı ve Ondan gelen her şeyi inkâr etme-mütemerrid: inatçı dinsizlik-dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlık-kanaat-i kat’iye: kesin kanaat-şerait: şartlar-şahsiyet-i mâneviye: tüzel kişilik; belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik-mertebe-i mâneviye: mânevî makamlar, dereceler-ittiham: suçlama-zulm-ü beşerî: insanların zulmü, insanlık zulmü-ihtiyar: dileme, istek, irade-ayn-ı adalet: adaletin tâ kendisi-sırr-ı azîm: büyük sır-meşrû: dine uygun.