Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Dünyada en yüksek hakikat,
peder ve validelerin evlâtlarına karşı şefkatleridir.
Ve en âli hukuk dahi,
onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır.
Bediüzzaman
'Bu milletin ve bu vatanın hayat-ı içtimaiyesini anarşilikten kurtarmak ve büyük tehlikelerden halâs etmek için beş esas lâzımdır ve zarurîdir:
Birincisi: Merhamet
İkincisi: Hürmet
Üçüncüsü: Emniyet
Dördüncüsü: Haramı helali bilip haramdan çekinmek
Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmektir.'
Bediüzzaman
Laiklik nedir?
Eğer laik cumhuriyet soruyorsanız; ben biliyorum ki; laik, mânâsı bîtaraf kalmak; yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telakki ederim.
Tarihçe-i Hayat,
Nasıl ki, hükûmet-i cumhuriye 'dini dünyadan tefrik edip bîtarafane kalmak' prensibini kabul etmiş; dinsizlere, dinsizlikleri için ilişmediği gibi, dindarlara da, dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin icâbâtındandır.
Tarihçe-i Hayat,
Nev-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde, hemen umumiyetle hükümfermâ hürriyet-i vicdan düsturunu kırmak ve istihfaf etmek ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkâr etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cür'etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize 'lâdinî' ismi vermekle ne dine, ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz halde, dinsizliği mutaassıbâne kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette saklı kalmayacak, sizden sorulacak. Ne cevap vereceksiniz?
Mektûbat,
Eğer, faraza, laik cumhuriyetin mahiyetini bilmeyen bir dinsiz dese: 'Senin risâlelerin, kuvvetli bir dînî cereyan veriyor, ladînî cumhuriyetin prensiplerine muaraza ediyor.'
Elcevap: Hükûmetin laik cumhuriyeti dîni dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa, hiçbir hatıra gelmeyen dîni reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu, gayet ahmak bir dinsiz kabul eder.
Tarihçe-i Hayat,
Hem, bu mübarek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa taraftar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hakimiyet cihetiyle lâzımdır. Hem madem, laik cumhuriyet, prensibiyle bîtarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahaneler ile ilişmemek gerektir.
Tarihçe-i Hayat,
Lügatçe:
bîtaraf: Tarafsız-hürriyet-i vicdan: Vicdan hürriyeti-sefahetçi: Haram eğlencelere düşkün olan-tefrik etmek: Ayırmak-nev-i beşer: İnsan nevi, insanoğlu-asr-ı hürriyet: Hürriyet asrı-istihfaf: hafife almak, küçük görmek-istihkar: hakaret etmek-lâdinî: dini olmayan, dinsiz-fıtraten: yaradılışça.
Sahabelerin başına gelen dehşetli fitnenin hikmeti ve rahmet ciheti nedir?
Eğer denilse: 'Mübarek İslâmiyet ve nuranî Asr-ı Saadetin başına gelen o dehşetli, kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünkü onlar kahra lâyık değildiler.'
Elcevap: Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebâtâtın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. 'İslâmiyet tehlikededir, yangın var! ' diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre, câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemâl-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-ı îmâniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur'ân'ın muhafazasına çalıştı, ve hâkezâ, herbir taife bir hizmete girdi. Vezâif-i İslâmiyette hummâlı bir surette sa'y ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktârına, o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat, maatteessüf, o güller ve gülistan içinde, ehl-i bid'a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.
Güya dest-i kudret, celâlle o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziyye ile, pek çok münevver müctehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hafızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktârına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur'ân'ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı.
Lügatçe:
Asr-ı Saadet: Peygamberimiz ve dört halifenin yaşadığı devir; mutluluk asrı-veçh-i rahmet: Rahmet yönü-kahr: Büyük eziyet-taife-i nebâtât: Bitkiler topluluğu-istidat: Kabiliyet-inkişaf: Ortaya çıkma, açılma-fıtrî: Yaratılıştan gelen-Tâbiîn: Sahabeleri gören mü'minler-hıfz: Koruma, muhafaza-câmia-i İslâmiyet: İslâm topluluğu, Müslümanlar-kesretli: Pek çok-kemâl-i ciddiyet: Tam bir ciddiyet-hakaik-ı îmâniye: İman hakikatleri-hâkezâ: Bunun gibi, benzeri-vezâif-i İslâmiyet: İslamiyetle ilgili vazifeler-sa'y etmek: Çalışmak-aktâr: Taraflar, her taraf, her yer-gülistan: Gül bahçesi-ehl-i bid'a: Dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan şeyleri dine mal etmeye çalışanlar-fırka: Grup, cemaat-dest-i kudret: Kudret eli-ehl-i himmet: Himmet ve gayret sahipleri-kuvve-i anilmerkeziyye: Merkezî güç, merkez kaç kuvveti-münevver: Nurlanmış, aydınlanmış-müctehid: İçtihad eden-muhaddis: Hadis ilmiyle uğraşan, hadis alimi-asfiya: Safiyet, kemalat ve takva sahibi olan; Hz. Peygamber'in varisi hükmünde, onun mesleğini hayata geçirmeye çalışanlar-aktab: Kutuplar, belli bir yerdeki evliyanın başı olan en büyük veli.
Nur talebeleri vazifelerini yapar, Allah'ın vazifesine karışmaz
Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim,
Hâfız Ali’nin bu defaki mektubunda çok mübarek duaları beni ve bizi en derin ruhumuzdan mesrur edip şükre sevk etti. Ve her musibetzedeye ve hüzün ve kederlere düşenlere, mânâ-yı işârîsiyle mededres ve halaskâr ve şifa ve medar-ı sürur olan (“Biz senin göğsüne genişlik vermedik mi? ” İnşirah Sûresi, 94:1) ve (“Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” İnşirah Sûresi, 94:6) her musibetzedeye baktığı gibi, bu geçen hastalık cihetiyle bize de baktığını yazıyor.
Evet, Hâfız Ali o noktayı tam görmüş. Ben de tasdiken derim ki: Eğer o hastalık yirmi derece tezâuf etseydi, bizlere kazandırdığı neticeye nispeten yine ucuz düşerdi ve rahmet olurdu. Fakat Hâfız Ali’nin kendi üstadı hakkında, benim haddimden pek çok ziyade isnat ettiği meziyet ve mâsumiyeti, onun mâsum lisanıyla hakkımda medih olarak değil, belki bir nevi dua olarak tasavvur ediyoruz.
Hem Hâfız Ali’nin, Sav gibi yerler, karyeler ve Isparta birer medrese-i Nuriye hükmüne geçmesi ve Risale-i Nur’un sadık şakirtleri harikulâde olarak günden güne yükselmeleri ve tenevvür etmeleri, bizleri, belki Anadolu’yu, belki âlem-i İslâmı mesrur ve müferrah eden bir hakikatli haber telâkki ediyoruz.
Âhir fıkrasında, Muhbir-i Sâdıkın haber verdiği “Mânevî fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemin hemen hemen gelmesi” diye fıkrasına, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirtleri ise, vazifemiz hizmettir; vazife-i İlâhiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bakmak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbab altında Risale-i Nur’un şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüz binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuatla ispat etmiş ve ediyor, inşaallah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki, inşaallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhir zamanda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirtleri Cenâb-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz.
Lügatçe;
tezâuf: katlanma; artma-Âhir fıkrasında: mektubun son bölümünde-Muhbir-i Sâdık: doğru sözlü haber verici Peygamberimiz (a.s.m.) -fütuhat: fetihler, zaferler-kemiyet: çokluk, nicelik-keyfiyet: durum, nitelik-sukut-u ahlâk: ahlâkî alçalış, çöküntü-esbab: sebepler-savlet: hücum, saldırı-vukuat: olaylar.