Gruplarınızı Görmek İçin Üye Girişi Yapın
Bil ve katî İmân et ki; ecel mukadderdir, tagayyür etmez.
Bediüzzaman
mukadder: miktarı ve kıymeti biçilmiş olan
tagayyür: değişim
Cenab-ı hak herşeye sonsuz yakın, herşey Ondan sonsuz uzaktır
'Yetmiş bin perde arkasında Cenâb-ı Hakkı görmüş' tabiri, bu'diyet-i mekânı ifade ediyor. Halbuki, Vâcibü'l-Vücud mekândan münezzehtir, herşeye herşeyden daha yakındır. Bu ne demektir?
Elcevap: Otuz Birinci Sözde mufassalan, bürhanlarla o hakikat beyan edilmiştir. Burada yalnız şu kadar deriz ki:
Cenâb-ı Hak bize gayet karibdir; biz Ondan gayet derecede uzağız. Nasıl ki, güneş, elimizdeki ayna vasıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde herbir şeffaf şey, kendine bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur. Eğer güneşin şuuru olsaydı, bizimle aynamız vasıtasıyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dört bin sene uzağız. Bilâ teşbih velâ temsil, Şems-i Ezelî, herşeye herşeyden daha yakındır. Çünkü Vâcibü'l-Vücuddur, mekândan münezzehtir. Hiçbir şey Ona perde olamaz. Fakat herşey nihayet derecede Ondan uzaktır.
İşte, Miracın uzun mesafesiyle,
('Biz ona şahdamarından daha yakınız.' Kaf Sûresi: 50:16.)
'in ifade ettiği mesafesizliğin sırrıyla, hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın gitmesinde, çok mesafeyi tayyederek gitmesi ve ân-ı vahidde yerine gelmesi sırrı bundan ileri geliyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın miracı, onun seyr ü sülûküdür, onun ünvan-ı velâyetidir.
Ehl-i velâyet, nasıl ki seyr ü sülûk-i ruhanî ile, kırk günden tâ kırk seneye kadar bir terakki ile, derecât-ı imaniyenin hakkalyakin derecesine çıkıyor. Öyle de, bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, değil yalnız kalbi ve ruhuyla, belki hem cismiyle, hem havassıyla, hem letâifiyle, kırk seneye mukabil kırk dakikada, velâyetinin keramet-i kübrâsı olan Miracı ile bir cadde-i kübrâ açarak hakaik-i imaniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş, Mirac merdiveniyle Arşa çıkmış, Kab-ı Kavseyn makamında, hakaik-i imaniyenin en büyüğü olan iman-ı billâh ve iman-ı bil'âhireti aynelyakin, gözüyle müşahede etmiş, Cennete girmiş, saadet-i ebediyeyi görmüş, o Miracın kapısıyla açtığı cadde-i kübrâyı açık bırakmış. Bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o Miracın gölgesi içinde gidiyorlar.
Lügatçe;
bu'diyet-i mekân: Mekânın uzaklığı-Vâcibü'l-Vücud: Varlığı zarurî ve şart olan, varlığı gerekli olan ve yokluğu düşünülemeyen, varlığı zâtî, ezelî, ebedî olan; varlığı, vücud tabakalarının en sağlamı, en kuvvvetlisi, en esaslısı ve en mükemmeli olan-karib: Yakın-muhabere: Haberleşme-Şems-i Ezelî: Zaman ve mekanla sınırlı olmayıp, bütün zamanları ve mekanları isimleriyle aydınlatan Cenab-ı Hak-tayy: Sarmak, dürmek, atlamak-ân-ı vahid: Bir an-seyr ü sülûk: Bir terbiye yoluna girip devam etme-hakkalyakin: Mârifet mertebesinin en yükseği; en kesin bir surette gerçeği görüp yaşamak hâli; ateşin yakıcı olduğunu bütün hislerimizle yakından duyup yaşadığımız gibi-havass: Duygular, hisler-letâif: Mânevî duygular, güzel, hoş ve ruhla ilgili hisler-keramet-i kübrâ: Mi`rac-ı Muhammedi (a.s.m.) için kullanılan 'en büyük kerâmet' tâbiri-Kab-ı Kavseyn: İki yay mesâfesi. Hz. Muhammed`in (a.s.m.) Mirac`a çıkışıyla vardığı son nokta. Bütün yaratılanları arkasına alıp Yaradanla müşerref ve muhatap olduğu makam-iman-ı billâh: Allah`a iman-iman-ı bil'âhiret: Âhirete iman-aynelyakin: Göz ile görür derecede kesin olarak bilme veya bu derecede inanma.
Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faidesi az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyâkârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.
Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır. Bediüzzaman
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi hengâmı ve şuhûr u selâsenin çok sevaplı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle, gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risale-i Nur’un hizmeti zararına bir atâlet, bir fütur ve tevakkuf başlar.
Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki, Risale-i Nur ve şakirtlerinin meşgul oldukları vazife, rû-yi zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür. Onun için, dünyevî merak âver meselelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyvenin Dördüncü Meselesini çok defa okuyunuz; kuvve-i mâneviyeniz kırılmasın.
Evet, ehl-i dünyanın bütün muazzam meseleleri, fâni hayatta zâlimâne olan düstur-u cidal dairesinde, gaddarâne, merhametsiz ve mukaddesat-ı diniyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle, kader-i İlâhî, onların o cinayetleri içinde, onlara bir mânevî cehennem veriyor. Risale-i Nur ve şakirtlerinin çalıştıkları ve vazifedar oldukları fâni hayata bedel, bâki hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gayet dehşetli ecel cellâdının, hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i imanın saadet-i ebediyelerine birer vesile olduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î ispat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikati göstermişiz.
Elhasıl: Ehl-i dalâlet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’ân ile cidaldeyiz. Onların en büyük meselesi—muvakkat olduğu için—bizim meselemizin en küçüğüne—bekaya baktığı için—mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz?
Bu âyet ve usul-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan yani, “Başkasının dalâleti sizin hidayetinize zarar etmez; sizler, lüzumsuz onların dalâletleriyle meşgul olmayasınız”; düsturun mânâsı: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.”
Madem bu âyet ve bu düstur, bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri mâlâyani bilip, vaktimizi zayi etmemeliyiz. Çünkü elimizde nur var, topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nurânî müdafaadır.
Said Nursî
Lügatçe;
gaflet: En mühim vazifeyi düşünmeyip, Cenab-ı Hakk'a itaat gibi işleri bilmeyip, başka kıymetsiz şeylerle uğraşmak. Nefsine ve hevesâtına tâbi olarak Allahı ve emirlerini unutmak-derd-i maişet: geçim derdi-hengâm: an, zaman-şuhûr u selâse: üç aylar; Receb, Şaban ve Ramazan ayları-metanet: Sözünden ve kararından dönmemeklik-vazife-i nuriye-i kudsiye: Risale-i Nur’un Kur’ân’a dayanan kutsal vazifesi-atâlet: hareketsizlik, tembellik-fütur: usanç, gevşeklik-tevakkuf: duraksama-rû-yi zemin: yer yüzü-mesâil: meseleler-ehl-i dünya: dünyaya dalıp, âhireti düşünmeyenler-düstur-u cidal: mücadele ve kavga prensibi-perestişkâr: taparcasına seven, aşırı derecede düşkün olan-Ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapan kimseler-cidal: mücadele.