MAVERA-Sufi Muhabbet Mesaj Detayi Antoloji.com

Gönderen: Adem Kılıç
Alan:   Grup:MAVERA-Sufi Muhabbet
Tarih: 21.08.2013 06:19
Konu: Yn: Yn: [mavera-sufi-muh..]

Bir toplulukta faiz yaygınlaşırsa; o topluluk kıtlıkla cezalandırılır.
Rüşvet yaygınlaşırsa; o topluluk korkuyla cezalandırılır.
Hadis-i Şerif meali
Zulüm devam etmez, küfür devam eder
Risale-i Nur'dan
Korku Duygusu Niçin Verilmiştir?
İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır...
Cenâb-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil. Ve hayatı ağır ve müşkül ve elîm ve azap yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa, hattâ beş altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârâne bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimalle havf etmek evhamdır, hayatı azâba çevirir.
Bir zaman -Allah rahmet etsin- mühim bir zat kayığa binmekten korkuyordu. Onunla beraber bir akşam vakti İstanbul'dan Köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyüb'e gitmeye mecburuz. Israr ettim.
Dedi: 'Korkuyorum; belki batacağız.'
Ona dedim: 'Bu Haliç'te tahminen kaç kayık var? '
Dedi: 'Belki bin var.'
Ona dedim: 'Senede kaç kayık gark olur? '
Dedi: 'Bir iki tane. Bazı sene de hiç batmaz.'
Dedim: 'Sene kaç gündür? '
Dedi: 'Üç yüz altmış gündür.'
Dedim: 'Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üç yüz altmış bin ihtimalden birtek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan, insan değil, hayvan da olamaz.'
Hem ona dedim: 'Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun? '
Dedi: 'Ben ihtiyarım. Belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır.'
Dedim: 'Ecel gizli olduğundan, herbir günde ölmek ihtimali var. Öyleyse, üç bin altı yüz günde hergün vefatın muhtemel. İşte, kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil, belki üç binden bir ihtimalle bugün ölümün muhtemeldir. Titre ve ağla, vasiyet et' dedim.
Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim:
'Cenâb-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil. Ve hayatı ağır ve müşkül ve elîm ve azap yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa, hattâ beş altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârâne bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimalle havf etmek evhamdır, hayatı azâba çevirir.'
Mektubat,
Evet, Halık-ı Zülcelâlinden havf etmek, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup ilticâ etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; Onun rahmetinin kucağına atar. Mâlûmdur ki, bir vâlide, meselâ, bir yavruyu korkutup, sînesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü, şefkat sînesine celb ediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem'asıdır. Demek, havfullahta bir azîm lezzet vardır.
Mâdem havfullâhın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu mâlûm olur. Hem, Allah'tan havf eden, başkaların kasâvetli, belâlı havfından kurtulur.
Sözler,
İ'lem eyyühe'l-aziz!
İnsanın havf ve muhabbeti halka teveccüh ettiği takdirde, havf bir belâ, bir elem olur. Muhabbet bir musibet gibi olur. Zira o korktuğun adam, ya sana merhamet etmez veya senin istirhamlarını işitmez. Muhabbet ettiğin şahıs da ya seni tanımaz veya muhabbetine tenezzül etmez. Binaenaleyh, havfın ile muhabbetini dünya ve dünya insanlarından çevir. Fatır-ı Hakîme tevcih et ki, havfın Onun merhamet kucağına-çocuğun anne kucağına kaçtığı gibi-leziz bir tezellül olsun. Muhabbetin de saadet-i ebediyeye vesile olsun.
Mesnevî-i Nuriye,
Lügatçe;
hiss-i havf: korku duygusu-ilticâ: sığınmak-vâlide: anne-celb: Kendi tarafına çekmek-lem'a: ışıncık, parıltı-havfullah: Allah korkusu-muhabbetullah: Cenâb-ı Hakk`a karşı duyulan ihlâslı sevgi-kasâvet: Sıkıntı, gönül darlığı, kalb katılığı-halk: yaratılmışlar, insanlar-istirham: Merhamet dileme-Fatır-ı Hakîm: Herşeyi bir maksada uygun ve hikmetle, benzersiz bir şekilde yaratan Allah.
Risale-i Nur’un bir esası; kusurunu bilmek, yalnız rıza-yı İlâhî için rekabetsiz hizmet etmektir.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Hem lisan-ı hal, hem lisan-ı kal ile ve başka tezahüratlarla sorulan bir suale cevaptır.
Deniliyor ki: “Madem Risale-i Nur hem kerametlidir, hem tarikatlerden ziyade iman hakikatlerinin inkişafında terakki veriyor ve sadık şakirtleri kısmen bir cihette velâyet derecesindeler. Neden evliyalar gibi mânevî zevkler ve keşfiyatlara ve maddî kerametlere mazhariyetleri görülmüyor; hem onun talebeleri de öyle şeyler aramıyorlar? Bunun hikmeti nedir? ”
Elcevap:
Evvelâ: Sebebi, sırr-ı ihlâstır. Çünkü, dünyada muvakkat zevkler, kerametler tam nefsini mağlûp etmeyen insanlara bir maksat olup, uhrevî ameline bir sebep teşkil eder, ihlâsı kırılır. Çünkü amel-i uhrevî ile dünyevî maksatlar, zevkler aranılmaz; aranılsa, sırr-ı ihlâsı bozar.
Saniyen: Kerametler, keşfiyatlar, tarikatta sülûk eden âmi ve yalnız imanı taklidî bulunan ve tahkik derecesine girmeyenlere, bazan zaif olanları takviye ve vesveseli şüphelilere kanaat vermek içindir. Halbuki Risale-i Nur’un imanî hakikatlerine gösterdiği hüccetler, hiçbir cihette vesveselere meydan vermediği gibi, kanaat vermek cihetinde kerametlere, keşfiyatlara hiç ihtiyaç bırakmıyor. Onun verdiği iman-ı tahkikî, keşfiyat, zevkler ve kerametlerin çok fevkinde olmasından, hakikî şakirtleri, öyle keramet gibi şeyleri aramıyorlar.
Salisen: Risale-i Nur’un bir esası, kusurunu bilmekle mahviyetkârane yalnız rıza-yı İlâhî için rekabetsiz hizmet etmektir. Halbuki keramet sahipleri ve keşfiyattan zevklenen ehl-i tarikatın mâbeynindeki ihtilâf ve bir nevi rekabet ve bu enaniyet zamanında, ehl-i gafletin nazarında, onlara sû-i zan edip, o mübarek zatları, benlik ve enaniyetle ittiham etmeleri gösteriyor ki, Risale-i Nur’un şakirtleri, şahsı için keramet ve keşfiyatlar istememek, peşinde koşmamak lâzım ve elzemdir.
Hem onun mesleğinde şahsa ehemmiyet verilmiyor. Şirket-i mâneviye ve kardeşler birbirinde tefâni noktasında Risale-i Nur’un mazhar olduğu binler keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilât ve çalışanların maişetindeki bereket gibi ikrâmât-ı İlâhiye umuma kâfi gelir; daha başka şahsî kemâlât ve kerameti aramıyorlar.
Rabian: Dünyanın yüz bahçesi, fâni olmak haysiyetiyle, âhiretin bâki olan bir ağacına mukabil gelemez. Halbuki, hazır lezzete meftun kör hissiyât-ı insaniye, fâni, hazır bir meyveyi, bâki, uhrevî bir bahçeye tercih etmek cihetiyle, nefs-i emmare bu hâlet-i fıtriyeden istifade etmemek için Risale-i Nur şakirtleri ezvak ı ruhaniyeyi ve keşfiyat-ı mâneviyeyi dünyada aramıyorlar.
Risale-i Nur şakirtlerine bu noktada benzeyen eskiden bir zât, haremiyle beraber büyük bir makamda bulundukları halde, maişet müzayakası yüzünden haremi, demiş zevcine: “İhtiyacımız şedittir.”
Birden, altundan bir kerpiç yanlarında hazır oldu. Haremine dedi: “İşte Cennetteki bizim kasrımızın bir kerpicidir.”
Birden o mübarek hanım demiş ki: “Gerçi çok muhtacız ve âhirette de çok böyle kerpiçlerimiz var; fakat fâni bir surette bu zayi olmasın, o kasrımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Dua et, yerine gitsin; bize lâzım değil.” Birden yerine gitti, Keşifle gördüler diye rivayet edilmiş.
İşte bu iki kahraman ehl-i hakikat, Risale-i Nur şakirtlerinin dünyaya ait ezvak-ı kerametlere koşmadıklarına bir hüsn-ü misaldir.
Lügatçe;
inkişaf: açılma. Gizli sırların bilinmesi-şakirt: öğrenci, talebe-velâyet: velilik; mânevî mertebeler aşarak Allah’ın yakınlığını ve dostluğunu elde etme-keşfiyat: mânevî âlemde bazı hakikatleri ortaya çıkarma, keşfetme halleri-mazhariyet: ayna olma, bir nimete erişme-sırr-ı ihlâs: ihlâs sırrı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah rızasını gözetme sırrı-muvakkat: geçici-amel-i uhrevî: âhirete ait davranış, iş-sülûk: mânevî yol alma-âmi: cahil, sıradan kimse-tahkik: doğruluğunu araştırma-hüccet: güçlü ve sarsılmaz delil-iman-ı tahkikî: inandığı şeylerin aslını, esâsını bilerek inanma; sarsılmaz iman-mahviyetkârane: alçak gönüllülükle, acizliğini ifade ederek-mâbeyn: ara-enaniyet: ben, benlik-ehl-i gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olan kimseler-sû-i zan: kötü düşünce-ittiham: suçlama-Şirket-i mâneviye: mânevî şirket, dine ve imana yönelik yapılan toplu hizmetlerdeki ortaklık-tefâni: birbirinde fâni olma; fikren arkadaşının meziyet ve hissiyatı ile yaşama, onun üstün özelliklerini kendisinin gibi kabul edip onunla iftihar etme-keramet-i ilmiye: ilmi keramet, lütuf, ihsan-intişar-ı hizmet: hizmetin yayılması-teshilât: kolaylaştırmalar-nefs-i emmare: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden duygu-hâlet-i fıtriye: yaratılıştan gelen haller-ezvak ı ruhaniye: mânevî zevkler-maişet müzayakası: geçim sıkıntısı, darlığı-şedit: çok şiddetli-kasr: saray, köşk-ezvak-ı keramet: kerametin zevkleri-hüsn-ü misal: güzel örnek.
Câzibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bâzı gençlerle bir muhâveredir.

Bir kısım gençler tarafından, şimdiki aldatıcı ve câzibedar lehviyât ve hevesâtın hücumları karşısında, 'Âhiretimizi ne sûretle kurtaracağız? ' diye Risâle-i Nur'dan meded istediler. Ben de Risâle-i Nur'un şahs-ı mânevîsi nâmına onlara dedim ki:
Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de, üç tarzda, üç yoldan başka yol yok.
'Birinci yol: O kabir, ehl-i imân için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.'
'İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefâhet ve dalâlette gidenlere bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i münferid, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muâmele görecek.
'Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için bir idâm-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idâm edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek. Bu iki şık bedihîdir, delil istemiyor, göz ile görünür.
Mâdem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor; ve genç ihtiyar farkı yoktur. Elbette, dâimâ, gözü önünde öyle büyük dehşetli bir mesele karşısında, bîçare insan, o idâm-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferitten kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i bâkîye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hâdisesi, o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir.
Bu katî hakikat, bu üç yol ile bulunduğunda ve bu üç yolun da mezkûr üç hakikat ile olacağını ihbar eden yüz yirmi dört bin muhbir-i sâdık, ellerinde nişâne-i tasdik olan mu'cizeler bulunan enbiyâlar ve o enbiyâların haber verdikleri aynı haberleri, keşf ve zevk ve şuhud ile tasdik eden ve imza basan yüz yirmi dört milyon evliyânın aynı hakikate şehâdetleri ve hadd ü hesâba gelmeyen muhakkiklerin katî delilleriyle-o enbiyâ ve evliyânın verdikleri aynı haberleri-aklen, ilmelyakîn derecesinde (Hâşiye) ispat ettikleri; ve yüzde doksan dokuz ihtimâl-i katî ile, 'İdâm ve zindân-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız imân ve itaat iledir' diye ittifaken haber veriyorlar.
Hâşiye: Onlardan birisi Risâle-i Nur'dur; meydandadır.
Lügatçe;
Câzibedar: Çekici, câzibeli-muhâvere: Konuşma, görüşerek konuşma-lehviyât: Kadınlı erkekli haram eğlenceler, oyunlar; nefsânî gayr-ı meşrû eğlenceler-hevesât: Nefisten gelen gelip geçici istekler, arzular-sefâhet: Zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük-dalâlet: Hak ve hakîkatten, dinden sapma, ayrılma; azma-haps-i ebedî: Sonsuza kadar kalınan hapis, ebedi hapis-tecrid: yalnız başına bırakma-haps-i münferid: Tek başına hapis; hücre hapsi-idâm-ı ebedî: geri dönmeyecek şekilde insanlığını kaybediş-bedihî: apaçık-muhbir-i sâdık: Doğru haberci; Allah ve âhiretle ilgili doğru haberler veren Peygamberimiz (a.s.m.) ve diğer peygamberler (a.s.) için kullanılır-nişâne-i tasdik: Doğruluğunu gösteren işâret-keşf: Olacak birşeyi evvelden anlama; gizli birşeyin Allah tarafından birisine ilhâm edilmesi yoluyla bilinmesi-zevk: Lezzet alma, hoşa gitme, tatma-şuhud: Şâhid olma, müşâhede etme, görme-muhakkik: Hakîkatı araştırıp bulan, bir meselenin içyüzünü inceleyerek vâkıf olan, hakîkatlara hakkıyla vâkıf olan büyük İslâm âlimleri-ilmelyakîn: İlim yoluyla kesin olarak bilmek.